Logo

Marksizm ve sosyal-şovenizm 5 - H. Fırat


İşçi sınıfı ve “ittifak hiyerarşisi”

Aydemir Güler incelemekte olduğumuz yazısının o artık tanıdık olan ara başlıklı bölümünde (“Eşitlerin ittifakı diye bir şey yoktur”) aşağıdaki pasajları kısa aralıklarla peş peşe sıralıyor:

“Sosyalizme geçişi sağlayacak olan siyasal devrimin proletarya diktatörlüğünün kurulması anlamına geleceği Marx’ın kendine mal ettiği bir ‘buluş’. Peki, ittifak iktidarın paylaşılması yoluyla proletarya diktatörlüğünün sulandırılması için mi icat edilmiştir, yoksa işçi sınıfının güç eksiğini kapatarak iktidarını mümkün kılmak için mi? Yanıt açıktır…”

“… Topraksız köylülere toprak dağıtmak gibi, ulusların kendi kaderini tayin hakkı da ittifak stratejisi çerçevesinde gündeme geldi. Ancak kimse ezilen bir milliyetle Rusya işçi sınıfını eşdeğer görmeye kalkmadı!

“Leninist ittifak kendi içinde hiyerarşiktir. İşçi sınıfının öncü partisi farklı toplumsal enerji kaynaklarını uyum içinde bir araya getirir, proletarya diktatörlüğünün tabanını yaygınlaştırır. Müttefiklerden biri hiyerarşinin tepesinde diğerleri eteklerindedir...

En sade biçimiyle sormuş olalım: Konusu çok uluslu bir devletin bünyesinde, yani bugünün Türkiye Cumhuriyeti’nde, işçi sınıfı ve ezilen ulus sorunu olan bir yazıda bu düşüncelerin yeri nedir? Konuyu tarihsel olarak henüz devrim öncesi süreçte bulunan bir toplumda ulusal sorun olarak ele almak varken, tutup onu temelden farklı bir tarihsel döneme, proletarya diktatörlüğü koşullarına taşımaktan umulan yarar ne olabilir? Ulusal sorun genel, soyut ve değişmez bir sorun olmadığına göre, her somut tarihi ve toplumsal durumda kendine özgü bir muhteva kazandığına göre, birbirinden temelden farklı tarihsel dönemler ve toplumsal durumlar arasındaki bu keyfi iç içelik, birinden diğerine bu rastgele gidiş gelişler nasıl mümkün olabilmektedir?

Yukarıya bazı örneklerini aktardığımız pasajlarla güya anlatılmak istenen, işçi sınıfının ittifak ilişkilerinde “eşit” bir taraf değil fakat öncü bir toplumsal güç olduğudur. Ama yazık ki sorun hiç de genel bir doğruyu bürokratik-mekanik bir tonda yineleyip durmaktan ibaret değildir. Aydemir Güler Kürt ulusal hareketinin yedeğindeki akımları eleştirmeye, böylece güya kendi sosyal-şoven tutumlarına dayanaklar oluşturmaya çalışırken, gerçekte bir kez daha gülünç durumlara düşmüştür.

İşçi sınıfının modern burjuva toplumdaki çok özel konumundan kaynaklanan potansiyel devrimci önderlik kapasitesinden hareketle, yukarıdaki türden yavan kıyaslama ya da muhakemelere girişilmez. Teorik ele alış iddiasındaki bir metinde bu hiç yapılmaz. Zira herkesin çok iyi bildiği gibi totolojiden bir şey çıkmaz. Sorun işçi sınıfının taşıdığı bu potansiyelin somut tarihsel bir gerçeğe nasıl dönüştürülebileceğidir. Bu da konumuz bağlamında bizi dosdoğru ulusal soruna ilişkin marksist program ve politikanın kalbine taşır. Böylece de, günümüz Türkiye’si söz konusu olduğunda, başarılı bir toplumsal devrim mücadelesinin biricik gerçek güvencesi olarak devrimci bir sınıf hareketi geliştirebilmenin sorunlarına ve bunun temel önemde bir boyutu olarak da, ulusal sorunda enternasyonalizm ilkesinin politik-pratik gereklerine ulaşmış oluruz.

Aydemir Güler kendi zayıflığını bizzat seziyor olmalı ki, sözüm ona teorik dayanaklar bulmak adına, tutup tartışmayı zafere ulaşmış bir devrimin sonrasına, proletarya diktatörlüğü koşullarına taşıyor. Oysa bunu başarmış bir proletarya, ileri düzeyde sınıf bilinçli, her düzeyde örgütlü ve dahası, adı üzerinde, iktidar düzeyine yükselmiş bir öncü devrimci sınıf demektir. Bütün bunları başarmış bir devrimci sınıfın ittifak ilişkilerinde “eşit” değil fakat önder konumda olması gerektiğini söylemekse abesle iştigal etmek, boş işlerle uğraşmaktır. Bu tarihsel konuma ulaşmış bir işçi sınıfının tüm ezilen ve sömürülen sınıf, kesim ya da katmanlar karşısındaki önder konumu, hiç de potansiyel bir olanak değil fakat düpedüz tarihsel bir olgudur artık. Önderlik kapasitesi kuvveden fiile geçmiş, bir gerçek haline gelmiştir. Tartışmalı bir yan kalmamış, işçi sınıfı devrimci öncü misyonunu, bu alandaki üstünlüğünü ve benzersizliğini, tarihsel olarak kanıtlamıştır.

Ekim Devrimi’nin zaferiyle birlikte, hele de iç savaşı zaferle taçlandırdıktan sonra, Bolşeviklerin yönetimindeki Rusya proletaryasının durumu tam olarak buydu. Bu tarihsel konuma ulaşmış bir proletaryanın herhangi bir ezilen ulusla bir “ittifak”ını (ve hele de bu ittifak içindeki konumunu!) tartışma konusu yapmak, yapanın kendisini gülünç durumlara düşürmesinden öte bir anlam taşımaz.

Öte yandan bu proletarya, Sosyalist Ekim Devrimi’ni zaferle taçlandırmış Rusya proletaryası, Aydemir Güler’in zihninin derinliklerinde taşır göründüğü gibi, hiç de yalnızca ezen ulusa mensup değil fakat tüm milliyetlerden bir proletaryadır. (Bu konuda o günkü Bolşevik liderliğin ulusal bileşimine bakmak bile kestirmeden bir fikir verebilir). Bütün milliyetlerden proletaryanın bu türden bir devrimci birliği sağlanmasaydı eğer, tam da bu sayede bütün milliyetlerden burjuvazi ve toprak sahiplerinin iktidarına son verilmeseydi eğer, ne muzaffer bir sosyalist devrimden, ne Sovyet federasyonundan ve ne de son biçimini almış haliyle bir Sovyetler Birliği’nden söz edilebilirdi.

Ama biz devrim sonrası bir toplumda değil, günümüz Türkiye’sindeyiz. Bu nedenledir ki biz, bu tümüyle farklı tarihi dönemleri ve toplumsal durumları bir yana bırakalım, çok uluslu bir devlet olan Türkiye Cumhuriyeti’nin kendi bünyesindeki ulusal soruna dönelim; eğer devrim mücadelesinde gerçekten önder bir konuma ulaşmak istiyorsa, bu türden bir sorunun işçi sınıfımızın önüne koyduğu somut devrimci görev ve sorumluluklara bakalım diyoruz. Daha doğrusu diyecek gibi oluyoruz. Ama hayır, yazısının “İşçiler ve Kürtler” başlığına ve buna dayalı konusuna rağmen, Aydemir Güler bir sonraki ara başlık altında, sorunu gene tarihsel geçmişin “sosyalizm diyarı” üzerinden ele almakta ısrar ediyor. “Kendi kaderini tayin hakkı evrenselleştirilemez” ara başlığı altında bu kez şunları okuyoruz:

“Sosyalizm uygulamalarında farklı etnisitelerin işçi sınıfı iktidarıyla uyumlu hareketini sağlamanın başlangıç noktasında kendi kaderini tayin hakkı yerini almıştır. Amaç işçi sınıfı ile ezilen milliyet arasında bir ittifakın tesisiydi. Kendi kaderini tayin ise bu ittifakın unsurlarından bir tanesiydi…”

Daha önce maddi güç eksikliği içindeki Rusya proletaryasının köylülüğe toprak ve ezilen uluslara kendi kaderini tayin hakkı vadederek “ittifak” ilişkilerine yöneldiği söylenmişti. Bir önceki bölümde (Marksizm ve Sosyal-şovenizm-4) bu iddia üzerinde gereğince durmuştuk. Şimdiyse, zafere ulaşmış proletaryanın aynı politikayı bu kez “farklı etnisitelerin işçi sınıfı iktidarıyla uyumlu hareketini sağlamak” üzere uyguladığını, amaçlananınsa “işçi sınıfı ile ezilen milliyet arasında bir ittifakın tesis” edilmesi olduğunu öğrenmiş oluyoruz.

Tarihsel tabloya bir göz atalım. Şubat Devrimi’ni Ekim Devrimi, onuysa bir tarafında bütün milliyetlerden işçi sınıfı ve emekçiler, öte yanında bütün milliyetlerden burjuvazi ve toprak sahipleri olan dört yıllık bir iç savaş izliyor. İşçi sınıfı ve emekçiler bu kıran kırana zorlu sınıflar savaşından sonuçta zaferi elde etmiş olarak çıkıyorlar. Bunu Sovyet iktidarlarında somutluyorlar, önce Sovyetler federasyonu ve ardından Sovyetler Birliği olarak birleşiyorlar. Ama Aydemir Güler, tarihi gerçeklerle alay edercesine hala işçi sınıfı ile “ezilen milliyetler” arasında bir “ittifakın tesisi”nden söz edebiliyor. Bunsuz işçi sınıfı iktidarının olamayacağından ve korunamayacağından dem vuruyor. Bunu söyleyebilenin, marksist ulusal sorun programından ve bu programın bir toplumsal devrimle gerçekleştirmeyi hedeflediği çözümün somut anlamından, bunun Ekim Devrimi’nin ardından kazandığı somut anlam ve kapsamdan pek de bir şey anlamadığını ifade etmek durumundayız.

“Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun”

Muzaffer Ekim Devrimi’nin Milliyetler Komiseri olarak Stalin devrimin birinci yıldönümünde, Kasım 1918’de, Pravda’da yayınlanmak üzere kapsamlı bir makale kaleme aldı. Ekim Devrimi ve Ulusal Sorun başlığı taşıyan ve devrimin ulusal sorun alanındaki bir yıllık seyrini ve sonuçlarını ortaya koyan bu makale, ulusal sorunun ele alınışına ilişkin olarak çok önemli bir yöntemsel uyarıyla başlıyor:

“Ulusal sorun, hiç de, kesin olarak mutlak, değişmez bir şey değildir. Mevcut rejimin dönüşümü genel sorununun bir parçası olduğu için, ulusal sorun, tamamen toplumsal koşullar, ülkede kurulmuş olan iktidarın niteliği ve genel olarak, toplumsal gelişmenin tüm seyri tarafından belirlenir. Bu özellikle çevre-bölgelerde ulusal sorunun ve ulusal hareketin, devrimin seyrini izleyerek hızla içerik değiştirmekte olduğu Rusya'da, devrim dönemi sırasında, herkesin gözü önünde, açık bir biçimde, kendini göstermektedir.”

Ulusal sorun söz konusu olduğunda, farklı tarihsel dönemler ve toplumsal durumlar arasında keyfi gidip gelmelerin yersizliği konusunda bu yöntemsel uyarı yeterli bir fikir veriyor olmalıdır. Şubat’tan başlayarak devrim sürecinin seyri üzerinde duran Stalin, Ekim Devrimi sonrasına ilişkin gelişmelerin bir yıllık bilançosunu ve bunun somut tarihsel anlamını şöyle özetliyor:

“Ve böylece, yabancı müdahale ve çevre-bölgeler topraklarının işgali dönemi başladı. Bu dönem, bir kere daha ‘ulusal’ ve bölgesel hükümetlerin karşı-devrimci niteliğini ortaya çıkarmıştır.

“O zaman herkes için açık-seçik belli oldu ki, ulusal burjuvazi, ‘kendi halkını’ ulusal baskıdan kurtarma peşinde değildi, o, halkın alınterinden karlar elde etme özgürlüğü, ayrıcalıklarını ve sermayelerini koruma özgürlüğü peşindeydi.

“O zaman bütün açıklığıyla anlaşıldı ki, emperyalizm ile bağları koparmadan, ezilen ulusların burjuvazisi devrilmeden ve iktidar, bu ulusların emekçi yığınlarının eline geçmeden, ezilen ulusların kurtuluşu düşünülemez.

“Ve böylece ‘bütün iktidar ulusal burjuvaziye’ sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki eski burjuva kavramının maskesini, devrimin bizzat seyri düşürdü ve bu kavram bir kenara atıldı. ‘Bütün iktidar, ezilen ulusların emekçi yığınlarına’ sloganıyla ulusların kendi kaderlerini serbestçe tayin etme hakkı konusundaki sosyalist kavram, tüm uygulanma haklarını ve olanaklarını kazanmış oldu.

“Böylece Ekim Devrimi, eski burjuva ulusal kurtuluş hareketine son vererek, ezilen ulusların işçi ve köylülerinin her türlü baskıya karşı, ve bu arada ulusal baskıya karşı, ‘kendi’ burjuvazilerinin iktidarına karşı ve yabancı burjuvaziye, genel olarak emperyalizme karşı yeni sosyalist bir hareketin çağını açmış oldu.” (Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürgeler Sorunu, Sol Yayınları, 4. Baskı 1990, s.81 ve 89)

Stalin’den aktarmayı biraz geniş tuttuğumuzun farkındayız, ama bunun gerekli olduğu inancındayız. Aydemir Güler’in iddiaları karşısında devrimin Milliyetler Komiseri’nin tanıklığına başvurmak, sorunu çok da uzatmadan netleştirmek bakımından amaca tümüyle uygundur.

Şimdi kaldığımız yere dönebiliriz. Aydemir Güler, Ekim Devrimi’nin ardından, işçi sınıfının iktidarını koruyabilmek için, dünün “ezilen ulusları”yla bir ittifak tesis etmek zorunda olduğunu söylüyor ve “kendi kaderini tayin ise bu ittifakın unsurlarından bir tanesiydi” diye ekliyordu. Devamında “göz ardı edildiğinde tarihin anlaşılmaz hale geleceği açık olan başka unsurlar da vardı” diyerek karışık bulanık bir sunumu getirip şu sonuca bağlıyor:

“Bağımlı halkların sınıfsız bütünlükler arz ettiğini düşünemeyeceğimize göre ittifakın uluslar tarafında çıkarları ve niyetleri sosyalizmle çelişen güçlerin var olması da kaçınılmazdı. Geleneksel mülk sahibi sınıfların doğrudan veya dolaylı temsili anlamına gelen bu olgu içeriden, o ülkenin komünistleri ve işçi sınıfı tarafından baskılanmalıydı.”

“İçeriden baskılamanın yetmeyeceği örnekler de az değildi doğrusu. Buralarda Bolşevik merkezle ‘ulusal’ çevre arasındaki ilişkide çelişkilerin su yüzüne çıkması kaçınılmazdı. İşçi sınıfı iktidarı bir ulusal ittifaklar sistemine de dayanıyordu ve iktidar ittifakların içinde de mücadele yürütülmesini gerektirirdi.

Durum netleşmiş olmalıdır. Bize işçi sınıfı iktidarından, bu iktidar tarafından kendilerine kaderlerini tayin hakkı tanınmış dünün “ezilen uluslar”ıyla bu sayede kurulabilmiş bir yeni ittifaktan, ama işte böylece (bu ittifakın doğası gereği!) ortaya çıkan yeni “sorunlar”dan, bu sorunların kaçınılmaz kıldığı iç ve dış “baskılama”lardan söz ediliyor.

İşçi sınıfı iktidarı ile dünün ezilen ulusları arasında kurulmuş ittifak iddiası üzerinde durmayacağız. Bir önceki bölümde bu iddianın temelsizliğini, üstelik de henüz devrim öncesi süreçler söz konusuyken, yeterli açıklıkta ortaya koyduğumuz inancındayız. Devrim öncesi süreçte olmayan devrim sonrası süreçte hiç olamazdı. Çünkü muzaffer bir toplumsal devrim demek, her milliyetten sömürücü sınıfların tasfiyesi ve her milliyetten işçilerin iktidarı demektir. Ama devrimin zaferini, hele de ikide bir sözünü ettiği “proletarya diktatörlüğü”nü böyle anlamıyor olmalı ki, Aydemir Güler, iktidar sonrasının müttefik “uluslar”ını sınıfsal açıdan çelişkili bir bütün olarak görmeye devam edebiliyor. “İşçi iktidarı” ile dünün “ezilen ulusları” arasındaki ittifakın bu ikinci tarafında, “geleneksel mülk sahibi sınıfların doğrudan veya dolaylı temsili”den söz edebiliyor. Çünkü o devrim sürecinde olduğu gibi devrim sonrasında da “ittifak”ın ezilen ulusun bizzat kendisiyle kurulduğunu düşünüyor. Ezilen ulus bütünüyle kurulan bir ittifak da doğal olarak ulusun tüm unsurlarını, dolayısıyla da onun mülk sahibi sınıflarını da kapsayacaktır. Doğal olarak tarihsel gerçekten değil muhatabımızın “kurgu”sundan söz ediyoruz.

Stalin’den geniş bir aktarmaya neden ihtiyaç duyduğumuz şimdi daha iyi anlaşılmış olmalıdır. Aydemir Güler’in tarihsel sunumun temelsizliğini (ve elbette saçmalığını!) görebilmek için Stalin’in devrimin birinci yılında çıkardığı bilançoya şöyle bir göz atmak bile yeterlidir. İç savaşın bitiminde ise tarihsel tablo her açıdan net bir görünüm kazanmıştı. Eski egemen sınıflar devrimin egemen olduğu tüm cumhuriyetlerde artık yoktular. NEP dönemi boyunca kulaklar ve nepmanlar yaşamaya devam ettiler. Ama bu tüm Sovyet uluslarına (muhtemelen herkesten çok da Büyük-Ruslara) özgü bir durumdu ve bundan dünün “ezilen uluslar”ı için çıkarılabilecek özel bir sonuç yoktu. Toplumsal ilişkileriyle tasfiye edilmiş dünün egemen sınıflarının mensupları kadar ideolojileri de, dolayısıyla milliyetçilik ideolojisi ve eğilimleri de elbette yaşamaya devam ediyordu. Ama buradan da özel olarak dünün “ezilen uluslar”ıyla sınırlı bir olgudan söz etmek olanağı yoktur. Nitekim devrim sonrasının parti kongrelerinde öncelikle Büyük-Rus ulusal şovenizminin etki ve yansımalarına işaret edilir, dünün ezilen uluslarının bünyesindeki milliyetçi eğilimler yanı sıra ele alınırdı. Bu ezilen uluslar lehine göstermelik bir duygusal jest değil, fakat geçmişten gelen tarihsel-toplumsal mirasın zorunlu bir gereği idi.

Devrimci sınıf hegemonyası

Aydemir Güler, “Leninizm”e sadakat yeminiyle başlamıştı yazısına. Ama biz şu ana kadar onun herhangi bir temel konuda Leninizm ile uyumlu bir tek düşünce ortaya koyabildiğine tanık olmuş değiliz. İkide bir sözünü ettiği o proletarya diktatörlüğü “buluş”u da dahil buna.

Girişte aktardığımız sorusu şuydu: “Peki, ittifak iktidarın paylaşılması yoluyla proletarya diktatörlüğünün sulandırılması için mi icat edilmiştir?” Soruyu bizzat kendisi “yanıt açıktır” kesinliğinde yanıtlamakla birlikte, onun bu konuda da leninist kavrayışın tümüyle dışında olduğunu görüyoruz. Eğer işçi sınıfı, kendi iktidarının tesisi uğruna kurduğu ittifaklar içinde, eski “ezilen uluslar”a mensup “geleneksel mülk sahibi sınıfların[ın da] doğrudan veya dolaylı temsili”ne de razı olabiliyorsa, bu tamı tamına daha baştan proletarya diktatörlüğünün zaten “sulandırılmış” olduğu anlamına gelir.

“Leninist ittifak kendi içinde hiyerarşiktir… Müttefiklerden biri hiyerarşinin tepesinde diğerleri eteklerindedir.Sadakat yemininin acınası gülünçlükte bir başka örneğidir bu. Bu türden mekanik ve daha da kötüsü bürokratik formülasyonların, proletaryanın devrimci sınıf hegemonyasına ilişkin leninist anlayışla yakından uzaktan bir ilgisi yoktur. Buradaki çarpıklığı anlayabilmek için yazarın yazısını Kürt hareketiyle ilişkiler üzerinden kaleme aldığını göz önünde bulundurmak gerekir. Nitekim ara başlığa çıkarılan o “Eşitlerin ittifakı diye bir şey yoktur” vecizesi de yukarıdaki bürokratik formülasyonlarla aynı sonucu vurguluyordu. İşçi sınıfı öncü güçtür, dolayısıyla ittifak hiyerarşisinin tepesinde olmalıdır, Kürt hareketi ise en fazlasından bir ezilen ulus hareketidir ve en iyi durumda ittifakın hiyerarşik mimarisinin eteklerinde kendisine bir yer bulabilir.

Ama bu “Leninizm”in kendisi bir yana karikatürü bile değildir. Modern burjuva toplumunda proletaryanın devrime önderlik kapasitesi, dolayısıyla sınıflar mücadelesi içinde öncü devrimci bir sınıf olarak yeri, hiç de önsel bir hazır sonuç değil, fakat zorlu çalışmalar ve mücadeleler içinde zamanla geliştirilip kazanılması, ideolojik, siyasal ve örgütsel planda ete kemiğe büründürülmesi gereken bir potansiyel yetenektir. “Kendiliğinden sınıf” derken işçi sınıfının bu yetenekten henüz yoksun olduğunu da dile getirmiş oluruz. “Kendisi için sınıf” derken henüz zafere ulaşmamış olsa bile işçi sınıfının bu doğrultuda en azından önemli bir tarihsel gelişme aşamasını geride bırakmış olduğunu dile getirmiş oluruz. Ama öznel idealist yazarımız, kitaplardaki kavramlaştırmalarda yer alan tarihsel soyutlamadan hareketle, bunu önden kazanılmış, çoktan hak edilmiş, dolayısıyla ittifak ilişkilerinde de dayatılması gereken bir hak, adeta göksel olarak sınıfa bağışlanmış bir ayrıcalık halinde sunuyor. Biz sınıf hareketinin öncüsüysek ve işçi sınıfı da ittifak mimarisinin tepesinde bir sınıfsa, bu durumda kendisine ancak aynı mimarinin eteklerinde yer bulabilecek olan bir ezilen ulus hareketinin yedeğinde ne işimiz var demeye getiriyor.

İşçiler ve Kürtler yazarının kendisine dayanaklar bulmak için neden ikide bir devrim sonrasına ve sosyalizm diyarına sıçrayışlar yaptığı şimdi daha iyi anlaşılıyor olmalıdır. Çünkü orada zorlu mücadeleler içinde tarihsel olarak kazanılmış, kuvveden fiile geçmiş bir devrimci sınıf kapasitesi, bunun ürünü olarak gerçekleşmiş bir devrimci hegemon konum ve üstünlük alanı var. Ama yazık ki bu Türkiye’nin yakıcı siyasal sorunları karşısında bizi bir adım bile ileri götürmez, altına sığınır göründüğümüz “Leninizm” bayrağını bin türlü sallayıp dursak bile kendi başına bize gerçek siyasal yaşamda bir nebze olsun üstünlük kazandırmaz.

Leninizmin özü ve devrimci sınıf önderliği bakımından günümüz Türkiye’sindeki anlamı ve pratik gerekleri konusunda bir fikir mi edinmek istiyorsunuz, TKİP IV. Kongresi’nin şu bakış açısına kulak veriniz:

“Bugünün Türkiye’sinde mevcut gerici dengeleri altüst edebilecek biricik toplumsal güç işçi sınıfıdır. Gericilik atmosferini dağıtmak, kent ve kır yoksullarının hoşnutsuzluğunu düzen karşıtı bir mecraya taşımak, böylece devrimci süreci ilerletmek, devrim davasını büyütmek ancak bu sınıfa dayanmakla olanaklıdır. Kürt sorununu bugünkü kısır döngüden kurtarmak, ulusal özgürlük ve eşitlik mücadelesini devrimi büyütmenin bir olanağına çevirmek de ancak işçi sınıfı hareketinin devrimcileşmesiyle, toplumda etkin bir güç olarak öne çıkmasıyla olanaklıdır. Bu kuşkusuz kolay değildir; ama başka bir yol, başka bir çıkış, başka bir çözüm yoktur. ‘Ulusal cumhuriyet’ ya da ‘demokratik cumhuriyet’ projeleri, toplumsal temelden yoksun, devrimin potansiyellerini düzenin çatlakları içinde eritmekten başka bir sonuç vermeyecek olan gerici ütopyalardır.” (TKİP IV. Kongresi Bildirgesi, Ekim 2012)

Ya da TKİP V. Kongresi’nin (2015) neden temel şiar olarak “Devrimci Bir Sınıf Hareketi İçin İleri!” şiarını vurgulu bir biçimde öne çıkardığı ya da örneğin TKİP VI. Kongresi’nin (2018) neden “Sınıfa karşı sınıf!” dediği ve günümüz Türkiye’sinin somut koşulları üzerinden bunu nasıl gerekçelendirdiği üzerine düşününüz.

Ama ne gam, ittifak mimarisi ve hiyerarşisinde sınıfa toz kondurmayanlar, onu Türkiye’nin sanayi havzalarında kendi kaderine (gerici burjuva siyasal güçlerin çok yönlü etki ve denetimine) terk etmiş durumdalar. Büyük kentlerin iyi halli orta sınıf semtlerinin dışına pek az adım atıyorlar. İki de bir parıltılı salonlara topladıkları o yüzlerce “parti üyesi”nin onda birini, hiç değilse yüzde birini olsun fabrikalara yöneltmeyi akıllarından bile geçirmiyorlar (ya da belki de “üye yapısı” konusundaki gerçeklerden dolayı bunu isteseler de yapamıyorlar!) Ama teorik soyutlamalara dayanarak işçi sınıfının hiyerarşik üstünlüğü üzerinden ahkam kesmeye ve bundan hareketle de izlemekte oldukları sosyal-şoven çizgiye umutsuz dayanaklar üretemeye çalışıyorlar.

“Proletarya diktatörlüğü”

Devrim sürecinde proletaryanın devrimci sınıf hegemonyasının somut tarihsel-siyasal anlamını ve gereklerini yerine oturtmakta başarısız kalanların aynı kavrayışsızlığı proletarya diktatörlüğü sorununda göstermelerine de şaşmamak gerekir. Bunun bir yanında, ezilen uluslar burjuvazisiyle “ittifak tesisi” çerçevesinde iktidar paylaşımı anlayışı; öte yanında, bunun ürettiği varsayılan sorunlar ve dolayısıyla bu sorunları çözümü doğrultusunda özellikle öne çıkarılan “baskılamalar” söylemi var.

Lenin’in ömrü bize geride geniş bir planını bırakmış olduğu “Proletarya Diktatörlüğü” başlıklı eserini yazmaya yetmedi. Fakat devrim sonrası bir dizi makalesinde, konunun temel yönlerini yeterli açıklıkta ortaya koymak olanağını bulabildiği için yine de şanslıyız:

“Latince, bilimsel, tarihsel-felsefi ‘proletarya diktatörlüğü’ terimini daha basit bir dile çevirirsek, şu anlama gelecektir: Yalnızca belirli bir sınıf, yani kentli işçiler ve genel olarak fabrika, sanayi işçileri, sermayenin boyunduruğunun atılması savaşımında, bu atma sürecine, bu zaferi koruma ve sağlamlaştırma savaşımında, yeni, sosyalist sistemi yaratma işinde, sınıfların tam olarak kaldırılması uğruna verilen savaşımın tümüne önderlik edebilir.” (Büyük Bir Başlangıç)

Burada özellikle dikkat çekici olan nokta, Lenin’in devrim sürecinde proletaryanın devrimci önderlik kapasitesi ile, yani devrimde sınıf hegemonyası ile, devrimin zaferinin ardından bu kez iktidara egemen bir güç olarak eski toplumun kalıntılarını silip süpürmek ve yeni toplumu inşa etmek, giderek sınıfsız topluma ulaşmak mücadelesine önderlik kapasitesini birlikte ele almasıdır. Zira bunlar aynı gerçeğin (aynı sınıfsal konum ve yeteneğin) birbirinden temelden farklı olan iki tarihi döneme yayılmasından başka bir şey değildir. Proletarya toplumsal devrime önderlik edebilme yeteneğine sahip biricik devrimci sınıfsa eğer, bu konumunu tarihsel bir geçiş dönemi olan proletarya diktatörlüğü döneminde de herhangi bir toplumsal kesim ya da katmanla, bunlar emekçi kesim ve katmanlar olsa bile, paylaşamaz. Değil mi ki devrimden sonra bile hala da “çelişkili bir bütün” olduğu iddia edilen “ezilen uluslar”la paylaşmak yoluna gitsin. Hiyerarşinin tepesi ile etekleri arasındaki o bürokratik-mekanik ayrım buradaki soruna hiçbir açıklama getirmez. Dahası sorunun hiçbir biçimde kavranmadığını gösterir.

Sorunun özü ve kapsamı, proletarya diktatörlüğü koşullarında da, kendine özgü benzersiz konumuyla işçi sınıfının tüm öteki emekçi katmanlara önderlik etmesi, onları yeni bir toplumun inşa sürecine daha sıkı bir biçimde kazanması, bu doğrultuda eğitmesi, yönetip yönlendirmesi sorunudur. Demek ki bir kez daha devrimci sınıfsal hegemonya sorunudur. Nitekim Lenin, proletarya diktatörlüğü sorununun özünün (“can alıcı noktasının”), “proletaryanın sınıf savaşımının”, devrim sonrasının yeni tarihsel-toplumsal koşullarında, bu kez “yeni biçimler içinde sürdürülmesi”nden başka bir şey olmadığının altını çizer (Proletarya Diktatörlüğü). Devrim öncesi ve sonrası tarihsel süreçlerin bütünü üzerinden ise sorunu şöyle ortaya koyar:

“Kapitalizm altında proletarya, ezilen bir sınıf, üretim araçlarından yoksun bırakılmış bir sınıf, doğrudan doğruya ve tam olarak burjuvazinin karşısında duran ve dolayısıyla da sonuna dek devrimci olabilen tek sınıftır. Burjuvaziyi alteden ve siyasal gücü alan proletarya, egemen sınıf haline gelmiştir; devlet gücünü kullanır, daha şimdiden toplumsallaşmış olan üretim araçları üzerinde denetim uygular; yalpalayan ve ara unsurlara ve sınıflara kılavuzluk eder; sömürücülerin giderek artan bir inat gösteren direnişini ezer. Bütün bunlar, sınıf savaşımının özgül görevleri, proletaryanın önceden [iktidara gelmeden önce] üzerine almadığı ve alamadığı görevlerdir.” (Proletarya Diktatörlüğü Döneminde Ekonomi ve Politika, aktarmaların tümü Burjuva Demokrasisi ve Proletarya Diktatörlüğü başlıklı Lenin derlemesinden, Sol Yayınları, 4. Baskı 2012, s.161, 173 ve 189-90)

Bu özlü pasajdaki temel fikirleri maddeleştirelim:

1- Üretim süreci içindeki benzersiz yerinden dolayı proletarya “sonuna dek devrimci olabilen tek sınıftır."

2- Bu konumundan dolayı, burjuvaziyi alt etmek yeteneğine ve dolayısıyla kendi devrimci sınıf iktidarını kurmaya yetenekli olan tek sınıf proleteryadır.

3- “Daha şimdiden toplumsallaşmış olan üretim araçları üzerinde denetim” kurma, dolayısıyla onları daha da geliştirme, dolayısıyla bunu yeni bir toplumun inşası yönünde ilerletme yeteneğine sahip tek sınıf yine proletaryadır.

4- Proletarya bunu kendi başına değil fakat önderliği altında birleştirdiği tüm emekçi katmanlarla birlikte, onları da bu sürece etkin biçimde katarak, bu doğrultuda eğitip yönlendirerek, bu arada muhtemel zayıflıklarının ve yalpalamalarının üstesinden gelerek yapmakla yükümlüdür.

5- İktidar gücünü ele geçirmiş proletarya, bu gücün araçlarını kullanmasını bilerek, devrimin ardından “sömürücülerin giderek artan bir inat gösteren direnişini” ezmekle ve eski toplumu geri getirme çabalarını boşa çıkarmakla yükümlüdür.

Lenin’in “bilimsel, tarihsel-felsefi” bir kavram olduğunu vurgulamaya özel bir itina gösterdiği “proletarya diktatörlüğü”nün baskı ve şiddete dayalı olan yönü işte yalnızca bu sonuncu maddede dile getirilen göreve ilişkindir. Geriye kalan dört maddenin dördü de bir arada proletaryanın modern toplumdaki benzersiz konumu, bunun ürünü olan devrimci sınıf kapasitesi ve ancak bu kapasiteyle sağlanabilen devrimci sınıf hegemonyası ile ilgilidir. Bunun önemi, proletarya diktatörlüğünü salt ilk elden çağrıştırdığı o “diktatörlük” yönünden kavramanın çarpıklığı, kısırlığı ve bunun yol açabildiği bozucu ve yıkıcı tarihsel sonuçlarda yatmaktadır. Oysa Lenin, Büyük Bir Başlangıç başlıklı o çok anlamlı makalesinde, tam da bu konu üzerinden temel önemde bir gerçeğin altını kalınca çizmişti:

“Birkaç kez, özellikle de 12 Mart’ta [1919] Petrograd sovyetinin toplantısında yaptığım konuşmada belirtmek fırsatını bulduğum gibi, proletarya diktatörlüğü, yalnızca sömürücülere karşı kuvvet kullanılması değildir, ve hatta esas olarak kuvvet kullanılması bile değildir. Bu devrimci zorlamanın iktisadi temeli, etkinliğinin ve başarısının güvencesi, proletaryanın, kapitalizme oranla, emeğin daha yüksek tipte bir toplumsal örgütlenmesini temsil etmesi ve bunu yaratmasıdır. İşin özü budur. Komünizmin kaçınılmaz zaferinin, gücünün ve güvencesinin kaynağı budur.” (Aynı eser, s.160-61)

Bu konunun önemi, Aydemir Güler’in Sovyetler Birliği’nde bürokratik yozlaşma ve kapitalist restorasyon süreçlerinin ulusal soruna etkisini görmezden gelen yaklaşımı ele alındığında daha iyi anlaşılacaktır.

(Devam edecek…)


Üste