Aylardır tüm dünya Covid-19 salgınını konuşuyor. Kişiler, kurumlar, örgütler, partiler, hükümetler çeşitli türden görüşler ve tutumlar açıklıyorlar. Bilim insanları virüsün bilimsel mahiyetini anlamaya ve açıklamaya, salgının muhtemel seyrini kestirmeye, bu arada hükümetleri daha ciddi önlemler almaya ikna etmeye çalışıyorlar. Dünya ve Türkiye solu, salgının toplumsal nedenleri, sınıfsal-siyasal etki ve sonuçları üzerinde duruyor. Pandeminin yakın gelecekteki seyrini, sınıf ilişkilerine ve sınıfsal güç dengelerine etkilerini, sınıflar mücadelesi için yaratması muhtemel sonuçlarını kestirmeye çalışıyor.
Koronavirüs, canlı türüne bile sokulamayan bir mikro organizma, aylardır tüm dünyayı kendine kilitlemekle kalmadı, sisteme ilişkin tüm yerleşik algıları da temelden sarstı. Egemen toplumsal sistem olarak kapitalizmin bazı temel gerçeklerini su yüzüne çıkardı. Başta ABD, İngiltere, Fransa ve İtalya olmak üzere dünyanın en zengin bir dizi ülkesi, kapitalist sistemin bu sözde refah adaları, salgına hazırlıksız yakalanarak ve salgınla mücadelede acz içinde kalarak, böylece kapitalist toplum gerçeğine ilişkin ciddi sorgulamaların önünü açtılar.
Sürecin toplam tablosu, kapitalist dünya sisteminin bu türden toplumsal felaketlerin yalnızca temel kaynağı değil, fakat üstesinden gelebilmenin de asıl engeli olduğunu gözler önüne serdi. Kapitalizm için aslolanın insan, onun temel maddi ve kültürel ihtiyaçları değil fakat yalnızca kar ve özel çıkar olduğu görüldü. Bir salgın döneminde bile kapitalist hükümetlerin politika ve tercihlerini belirleyenin, hiç de genel toplum sağlığı değil, fakat yalnızca kapitalist tekellerin, bankaların ve şirketlerin çıkar ve ihtiyaçları olduğu ibretle izlenir hale geldi.
Tüm bunlar bir arada, günümüz dünyasına egemen kapitalist sistemin toplumsal, politik ve moral iflasını ortaya koyuyor. Bu gerçekte yeni bir şey değildir. Ağırlaşan toplumsal-siyasal sorunlarla, sonu gelmez savaşlarla, dönülemez noktalara hızla ilerleyen ağır çevre sorunlarıyla bu onyılların bir gerçeğidir. Fakat bir anda tüm kıtalardaki milyonlarca insana yayılan ve yüzbinlercesinin seri ölümüne yolaçan bir salgın, böylece dünya ölçüsünde yarattığı sarsıntıyla, bunu birçok kimse için çok daha açık görülebilir, en azından hissedilebilir hale getirdi.
Bu gerçeklerin ışığında, salgının üzerine söylenmedik söz kalmayan güncel seyrini ve sonuçlarını bir yana bırakarak, sorunu daha geniş bir çerçevede anlamamızı kolaylaştıracak bazı temel gerçekleri özetlemeye çalışalım.
Kapitalizm tarih sahnesine daha baştan insanlık için çok ağır toplumsal bedeller yaratarak çıktı. İçerde “ilkel birikim” süreci ve dışarda sömürgecilik, birkaç yüz yıl boyunca, dünya ölçüsünde çok büyük insan kitlelerinin yaşamını cehenneme çevirdi. Burjuvazi daha en baştan, en büyük yıkımlar, en acımasız zulümler, en katlanılmaz acılar, en aşağılık gasp, talan ve yağmalarla tarih sahnesine adım atmıştı. Marx’ın o çok veciz sözleriyle, kapitalizmin egemen bir toplumsal sistem haline gelme süreci, “tepeden tırnağa her gözeneğinden kan ve pislik damlayarak” gerçekleşmişti.
Fakat kapitalizmin nihayet egemen hale gelmesi, toplumsal sorunların ve dolayısıyla bedellerin sonu değil, tersine, kalıcı ve yapısal bir hal alması anlamına geliyordu. Emek sömürüsü, derin toplumsal eşitsizlikler, emekçiler için ağır çalışma ve yaşam koşulları, kötü beslenme, işsizlik, yoksulluk, yoksunluk, hastalık, kültürel gerilik, ruhsal ve moral çöküntü, tümü bir arada sistemin sonu gelmez yapısal ürünleriydi.
Bu sorunlar daha 19. yüzyılın ilk yarısında, yani kapitalizmin egemen bir sistem haline gelişinin başlangıcında, büyük “toplumsal sorun” kavramı içinde tanımlandılar. Aynı tarihi dönem boyunca “toplumsal sorun”a gitgide belirginleşen modern toplumsal mücadeleler ve bu mücadelelerin bilinçli ifadesi olarak, modern sosyalist ve komünist akımların doğuşu eşlik etti. “Toplumsal sorun”u kurulu düzeni aşarak çözme çabalarına yönelik tutumu ve bunları döne döne sistemli biçimde ezme pratiği, burjuva sınıf egemenliğini, yalnızca toplumsal sorun ve felaketlerin değil, aynı zamanda her türden siyasal-kültürel gericiliğin de asıl kaynağı ve temel ekseni haline getirdi.
Kapitalist sistem artık yalnızca sonu gelmez savaşların değil kurumlaşmış siyasal gericiliğin de lanetli ve verimli toprağı idi. 20. yüzyılla birlikte girilen emperyalizm çağında, ilki emperyalist dünya savaşlarına doğru genişleyerek ve ikincisi faşizmi doğurarak, insanlık için yeni büyük toplumsal, siyasal ve kültürel felaketler hazırladılar. Emperyalizmin bir dünya egemenliği sistemi haline geldiği bu aynı çağda, sömürge ve yarı-sömürge ülkelerin katmerli sömürüsü ve talanı görülmemiş boyutlara ulaştı. Bütün bu tarihsel süreç insanlığın büyük çoğunluğunu oluşturan ezilen ülke halkları için görülmemiş düzeyde maddi, kültürel ve insani yıkımlara ve acılara mal oldu.
Öte yandan aynı 20. yüzyıl, Ekim Devrimi’nin açtığı çığır içinde, kapitalist sistemden kaynaklanan büyük “toplumsal sorun”u çözmeye yönelik görkemli mücadelelere de sahne oldu. Bu mücadeleler yüzyılın ilk üç çeyreğinde büyük fırtınalar halinde yeryüzünü kapladı. Bunun sonucu olarak sisteme bir dizi alanda önemli darbeler vuruldu. Bu darbelerin dolaysız basıncı altında, hiç değilse emperyalist metropollerde ve yalnızca bir süre için, kapitalist düzen kendini belli sınırlarda reforme etme ihtiyacı duydu. Fakat yüzyılın son çeyreğinde dünyada devrim dalgası geri çekildi ve ardından dünya gericiliğinin son kırk yılı bulan büyük karşı saldırısı başladı.
Dörtyüz yıldır emekçi insanın yanı sıra doğayı da hiçbir kural ve ölçü tanımadan hoyratça sömürüp yağmalayan kapitalist sistem, toplumsal devrim tehdidinden ve böylece her türlü engelden kurtulmuş olmanın verdiği pervasızlıkla, son kırk yılda bunu en yıkıcı ve tahrip edici boyutlara vardırdı. İnsana ödetilen sonu gelmez bedellerden daha başından beri doğa da payını alıyordu. Ama son kırk yıldaki aşırı yüklenme bunun artık gelip belli sınırlara dayandığını da gösterdi.
Bu sınırların ötesinde, doğanın milyonlarca yıl içinde oturmuş dengesinin geri dönülemez biçimde bozulması ve böylece bir bütün olarak canlı yaşamın yok olma akıbetiyle karşı karşıya kalması vardı. Bu tehdit ve tehlike, son kırk yıl içinde bir dizi gösterge üzerinden açığa çıktı ve halen de dolu dizgin ilerliyor. Çevre kirliliği, ozon tabakası, sera etkisi, küresel ısınma, beraberinde günden güne artın felaketler getiren iklim sorunları, yenilenemez kaynakların hızlı tükenişi ve elbette tüm canlı yaşam dengesinin gitgide bozulması, biyo-çeşitlilikte fakirleşme, bitki ve hayvan türlerinin kayboluşu, canlı yaşamın çok zengin bir alanı olan denizlerdeki büyük kirlenme vb., vb... Son yirmi yılda birbirini izleyen çeşitli türden salgınlar, dolayısıyla bugün tüm dünyayı sarsan Covid-19 salgını, bu tarihsel süreçten, bu sürecin bugün gelip dayandığı sınırlardan ayrı düşünülemez.
Kapitalizm bir sistem olarak artık insanlık için olduğu kadar, gezegenimizin doğal dengesi ve dolayısıyla tüm canlılar dünyası için de son derece ölümcül bir tehdit haline gelmiştir. Koronavirüs’ün, canlı türüne bile sokulamayan o mikroorganizmanın, şu günlerde tüm dünyaya kendiliğinden gösterdiği temel önemde ama basit gerçek işte budur.
Salgın ve hastalıkların doğal ya da biyolojik nedenlerden öteye, temelde toplumsal nedenlere dayalı olduğunu ortaya koyan marksist dünya görüşü, böylece toplum sağlığı sorunlarının ele alınışında köklü bir bakış açısı yeniliği getirmişti. Ekim Devrimi’nin zaferinin ardından ise Sovyetler Birliği bu bakış açısına dayalı bir toplum sağlığı uygulamasına yönelmiş, zaman içerisinde bu doğrultuda çok büyük başarılar elde etmişti. Nitekim Küba, bu geleneğin günümüzdeki son temsilcisi olarak, sağlık alanında halen örnek bir ülke olarak duruyor tüm dünyanın gözleri önünde.
Yalnızca gelinen yerde değil fakat kapitalizmin tüm tarihsel geçmişi boyunca da hastalıkların ve salgınların doğal ya da biyolojik nedenlerine daha yakından bakıldığında, bunların gerçekte toplumsal sorunlarla sıkı sıkıya ilişkili olduğu görülür. Ağır ve sağlıksız çalışma koşulları, yoksulluk ve işsizlik, yetersiz ve kötü beslenme, sağlıksız barınma, temiz su kaynaklarından ve hijyen yaşam koşullarından yoksunluk, sağlıksız kent yaşamı ve genel çevresel koşullar, büyük çoğunluğun mahkûm edildiği kültürel gerilik ve cehalet vb., tümü birarada kapitalist sömürü ve özel mülkiyet düzeniyle kopmaz bağlar içinde bulunan bu ve benzer toplumsal nedenler, doğal/biyolojik nedenlerin etkide bulanabilmesinin de en uygun zeminidirler.
Fakat son yarım yüzyılda buna yeni boyutlar eklenmiştir. Sorun neo-liberal saldırının büyük kitlelerin çalışma ve yaşam koşullarında yarattığı ağır ve çok yönlü yıkıcı etki ve sonuçlardan öteyedir. Bu aynı dönemde bir yandan doğanın yağması ve tahribatı görülmemiş boyutlar kazanırken, öte yandan tarımsal ve hayvansal üretim alanı dünya ölçüsünde çok uluslu tekellerin denetimine girmiştir. Böylece yaşamsal önemdeki gıda sektörü azami kar uğruna insan yaşamı için en yıkıcı uygulamaların deneme alanına dönüşmüştür. Tekelci amaçlar ve muazzam karlar uğruna hayvanların ve bitkilerin genetiğine müdahaleler, yanı sıra genel olarak gıda sanayiinde kullanılan kimyasallar, insan türünü hastalık ve salgınlara daha açık ve onlar karşısında daha savunmasız duruma düşürmüştür.
Nitekim “virüslerin artışı gıda üretimi ve çok uluslu şirketlerin kârlılığı ile yakından ilgilidir” tespitinden bulanan uzman bilim insanları, virüslerin neden daha tehlikeli hale geldiğini anlamayı hedefleyen herkes, endüstriyel tarım modelini ve özellikle de hayvancılık üretimini araştırmalıdır, diyorlar. Konuyu çok yakından incelemiş ve bu konuda kitap yazmış bir bilim insanı (Rob Wallece) günümüzde artık “sermayeden bağımsız patojen yoktur” diyor ve şöyle sürdürüyor:
“Sermaye, dünya çapında balta girmemiş ormanlar ve küçük çiftlik sahiplerine ait tarıma elverişli arazileri gasp etmekte başı çekiyor. … daha önce bir yere sıkışıp kalmış patojenleri yerel çiftlik hayvanlarına ve insan topluluklarına yayacak şekilde sıraya diziyor.”
“… daha önce uzun zaman evrilmiş orman ekolojileri tarafından kontrol altında tutulan bu yeni patojenlerin birçoğu yayılmakta ve tüm dünyayı tehdit etmektedir.”
“Daha doğal ekolojilerin yerini alan, sermaye tarafından yönetilen tarım, patojenlerin en öldürücü ve bulaşıcı fenotiplerinin evrimleşebilmesine neden olan eksiksiz araçlar sunar. Ölümcül hastalıklar üretmek için daha iyi bir sistem tasarlayamazsınız...”
Bütün bunların anlamı ve özeti şudur: Hastalıkların ve salgınların doğal/biyolojik nedenleri ile toplumsal nedenleri arasındaki ayrım günümüz dünyasında giderek silikleşmiş, anlamını yitirmiştir. İkisini de harekete geçiren dinamikler gelinen yerde artık içiçe geçmiştir. İkisinin de kaynağında egemen kapitalist dünya düzeninin varlığı ve temel işleyiş yasası durmaktadır.
Salgının özellikle Avrupa’yı kasıp kavurduğu günlerde, İngiliz Guardian gazetesinin haberine göre, dünyanın önde gelen biyo-çeşitlilik uzmanları Covid-19 pandemisi üzerine yayınladıkları bir ortak bilimsel makalede şu görüşe yer verdiler: “Covid-19’un sorumlusu tek bir tür var; o da biziz. ... Son dönemdeki salgınlar, insan faaliyetlerinin doğrudan sonuçları, özellikle de her ne pahasına olursa olsun ekonomik büyümeye önem veren küresel mali ve ekonomik sistemlerimizin...”
Resmi çevrelerin hassasiyetleri de gözetilerek son derece dikkatli bir dille kaleme alındığı anlaşılan salt “bilimsel” bir akademik makale bile, gerçekte bir biçimde sorunun tam da kaynağına işaret etmekten geri duramamıştır: “Özellikle de her ne pahasına olursa olsun ekonomik büyümeye önem veren küresel mali ve ekonomik sistemlerimiz...”
Sözü edilen “ekonomik sistem”in kapitalizm, “ne pahasına olursa olsun ekonomik büyüme” denilen olgunun ise, kapitalist devletler ve emperyalist tekeller arasında kıyasıya bir rekabet eşliğinde sürmekte olan sermaye birikimi süreci olduğunu biliyoruz.
Kapitalist toplumun temel yasası, sonu gelmez sermaye birikimdir. Kârlara sürekli olarak yeni kârlar eklenmelidir ve bu “serbest piyasa” diye yüceltilen o kuralsız vahşi rekabet ortamında başarılmalıdır. Bu sonu gelmez bir süreçtir. Öylesine ki, birikim çarkının durması, kapitalizmin de kapitalizm olarak bitmesi demektir.
Ama aşırı kâr hırsına dayalı bu sonsuz birikim sürecinin tek faturası insana (doğal olarak da temelde emekçi insana!) çıkmaz. Bunun öteki yüzünde doğaya, dolayısıyla tüm öteki canlılara ödetilen fatura vardır. Gelinen yerde “çevre sorunu” olarak tanımlanan ve canlı yaşamın halen bilinen tek örneği olan minnacık gezegenimizi bir bütün olarak tehdit eden çok daha ağır bir faturadır bu. Bütün “insani” özellikleri ve değerleri öğütüp tüketen, böylece insanı sürekli biçimde alçaltan kapitalist sistem, tam da bu aynı işi yaparken, o sonsuz sermaye birikimi süreci içinde, doğayı da ölçüsüzce ve kuralsızca tüketmektedir. Doğanın milyonlarca yıllık evrim içinde oluşmuş düzeni ve dengeleri altüst olmakta, tam da bu durum, bir dizi alışılmadık yeni “doğal afet”in kaynağını oluşturmaktadır.
Dünyanın tüm ciddi ve dürüst, yani sermaye sınıfı tarafından satın alınamamış bilim insanlarının da saptadığı gibi, Koronavirüs ve dolayısıyla Covid-19 salgını, bu tarihi süreçten ayrı bir olgu değildir.
Kapitalist sistem salgın ve hastalıkların yalnızca asıl kaynağı değil, fakat onlarla başarıyla başa çıkabilmenin de temel engelidir. Covid-19 salgını karşısında kapitalist dünyanın patronu ABD’nin düştüğü durum ve hala da izlemekte olduğu politika, bunun çok açıklayıcı bir örneğidir. O ABD ki halen dünyanın en zengin ülkesidir, ama salgın karşısında en aciz ülke olarak durmaktadır orta yerde. Peki ama neden? Çünkü sahip olduğu o muazzam zenginlikler üzerinde sımsıkı bir sermaye tekeli vardır. Sermaye içinse insan, insanın temel maddi ve kültürel ihtiyaçları değil, fakat sonu gelmez birikim, bunun için de insanın ve doğanın hoyratça sömürülüp yağmalanması esastır. ABD, bu kuralın en vahşi biçimde yaşandığı ülkelerin başında geldiği için, sahip olduğu muazzam zenginliklere, bilimsel ve teknolojik olanaklara rağmen, Covid-19 salgını karşısında en aciz durumdaki ülkelerin başında gelmektedir.
Olumlu örnek olarak özel bir çabayla öne çıkarılmaya çalışılan birkaç Avrupa ve Asya ülkesi dışında, gerçekte bu kapitalist dünyanın genel tablosudur. Özellikle son kırk yıl, yani sistemin neo-liberalizmle belirlenen o karşı saldırı dönemi, akla gelebilecek hemen herşeyin, bu arada her türden kamusal hizmet ya da ihtiyacın piyasalaştırılması, böylece kârlı bir sömürü alanına dönüştürülmesi dönemi oldu. Bundan sağlık hizmetleri de payına düşeni fazlasıyla aldı. Neo-liberal saldırı toplum sağlığını kamusal bir sorun ve sorumluluk alanı olmaktan çıkardı, piyasanın aç gözlü insafına terketti.
Toplum sağlığını, dolayısıyla buna ilişkin ihtiyaç ve hizmetleri kamusal bir sorumluluk olarak ele almak, tarihte ilk kez Ekim Devrimi’yle birlikte tüm dünyanın gündemine girmişti. Sovyetler Birliği örneğinin ağırlığı altında ve elbette kapitalist ülkelerdeki zorlu toplumsal mücadeleler sayesinde, hiç değilse Avrupa’nın gelişmiş kapitalist ülkelerinde, devletler bu konuda bir dönem için sorumluluklar üstlenmek zorunda kaldılar. Devrim dalgasının çekilmesi, toplumsal mücadelelerin güç kaybetmesi ve Sovyetler Birliği’nin çözülmesiyle birlikte ise, tüm öteki iktisadi-toplumsal kazanımlara olduğu gibi sağlık alanındaki kazanımlara da toplu bir karşı saldırı başlatıldı. Bir bütün olarak kapitalist dünya, hemen tüm kamusal hizmetleri olduğu gibi sağlık hizmetlerini de kapitalist piyasanın vahşi kurallarına terketti. Bu emperyalist merkezler tarafından hemen tüm dünyaya özel bir politika olarak dayatıldı. Covid-19 salgını bunun en zengin toplumlar için bile ne anlama geldiğini herkese bütün açıklığı ile göstermektedir.
Sorun, kamusal sorumluluk bir yana bırakıldığı ve kamusal sağlık altyapısı önemli ölçüde tahrip edildiği için, salgına hazırlıksız ve donanımsız olarak yakalanmaktan da ibaret değildir. Salgınla birlikte kapitalist hükümetlerce izlenen politikalar aynı mantığın bir devamıdır. Elbette kapitalist hükümetler toplum yaşamını tehdit eden bu türden büyük bir salgın karşısında bir şeyler yapmak zorunda kalmaktadırlar. Ama mümkün mertebe kapitalizmin mantığının elverdiği sınırlar içinde kalmaya çalışarak. Salgının bu denli yayılması, böylece topluma ödetilen çok yönlü faturanın bu denli büyümesi, emekçilerden, yoksul ve savunmasız kesimlerden özellikle olmak üzere, can kayıplarının bu denli ağırlaşması, tümüyle bu mantığın, buna dayalı politikanın bir sonucudur.
Dünya ölçüsündeki büyük bir toplumsal afet karşısında, ilkin tüm dünyanın yakın bir işbirliği ve ikinci olarak, her toplumun kendi içinde, afetle başarıyla baş edebilmek üzere, eldeki tüm olanakların ve birikmiş zenginliklerin toplum için seferber edilmesi beklenir. Ama bunların ikisi de kapitalist toplum düzeninin doğasıyla bağdaşmaz. İlkini, ülkeler arası yakın işbirliği ve dayanışmanın yokluğunu şimdilik bir yana bırakarak, ikincisine bakalım. Salgın boyunca kapitalist hükümetler, toplumda birikmiş zenginliklerin ezici bölümünü tekelinde tutan bankaların ve tekelci şirketlerin varlıklarına hiçbir biçimde dokunmadıkları gibi, sınırlı kamu kaynaklarından aslan payını da bizzat onların hizmetine sunmak yoluna gittiler. Covid-19’a karşı önlemler çerçevesinde gürültülü biçimde açıklanan sözde “paket”lerin her yerde (özellikle de Türkiye’de!) gerçek anlamı ve işlevi bu oldu. Büyük ve son derece tehlikeli bir salgın karşısında bile, toplumu savunma sorumluluğuna her şeyden önce banka ve tekelci şirketlerin savunulması, öncelikle onların güç ve çıkarlarının korunması üzerinden bakabilen bir kapitalist düzen gerçeği ile yüz yüzeyiz.
Aynı tutum kendini “normal”e dönüş politikaları üzerinden de gösterdi. Hemen her ülkede hükümetlerin bu konudaki politikasını belirleyen de tekellerin çıkar ve tercihleri oldu. Salgının seyri ve muhtemel başka etkileri hala belirsizliğini koruyorken, özellikle üretim ve ticari alanlarda “normal”e dönüş aceleciliğinin gerisinde bu var. Hayatın “normal”e dönmesi, tekeller için sermaye birikim sürecinin yeniden eski formatına dönmesi anlamına geliyor. Salgına karşı zorunlu önlemler, bu çarkı geçici olarak zayıflatmakla kalmıyor, tekellerin gerçekte kendilerine ait saydıkları kamu bütçesinden toplum için bazı paylar ayrılmasını da gerektiriyordu. Kapitalist tekeller içinse bu bir “israf” demekti. (Özellikle Türkiye’de bunun ibret verici örnekleri yaşandı. Sokağa çıkma yasaklarının yalnızca hafta sonlarına ya da bayram tatillerine denk getirilmesi bunun bir ifadesiydi. Zira bu sınırlarda bir sokağa çıkma yasağının kamu bütçesine getirebileceği özel bir yük yoktu!)
Teknolojik gelişmenin ve zenginlik birikiminin bugünkü gelişim düzeyinde, hiç değilse az çok gelişmiş ülkelerde, değil haftalar, aylar boyunca bile zorunlu olanlar (beslenme, temizlik, sağlık, ısınma, aydınlanma, taşımacılık vb.) dışında tüm öteki üretim alan ya da dallarında hayatın durmasının normalde toplum yaşamını fazlaca etkilememesi beklenir. Birikmiş zenginlikler ve olanaklar, toplumun yaşamını asgari ihtiyaçlar çerçevesinde aylar boyunca idame ettirebilmesine pekala fazlasıyla yeter. Bu arada hem insanlar hem doğa nefes almak olanağı bulur, bir nebze olsun dinlenir, bir ölçüde olsun tazelenir, yeni güç toplar...
Ama hayır, bu bugünkü sistem içinde olmaz, olamaz! Bu kapitalist toplum düzeninin doğasına aykırıdır. Bunun olabilmesi için, temel üretim araçlarının ve birikmiş zenginliklerin tüm topluma ait olması gerekir. Öldürücü sorun şu ki, kapitalist sistemde sözkonusu zenginlikler yalnızca asalak bir azınlığın elinde, mengeneden tekelindedir. Bu azınlık, birikmiş zenginliği toplumun hizmetine vermediği ve doğası gereği veremeyeceği için de, bir an önce “normal yaşam”a dönmek, yani salgına karşı önlemleri hızla gevşetmek, tüm hükümetler tarafından peş peşe gündeme getirildi, getiriliyor. Sistem için “normale dönmek”, sömürüye dayalı sermaye birikim süreci çarklarını dizginsizce serbest bırakmak anlamına geliyor.
Bunun yalnızca salgının yeni dalgalar halinde büyümesine yol açmasından, böylece toplumlara çok daha ağır bedellere mal olmasından korkulmaktadır ki, büyük ihtimalle olacak olan da budur. (Nitekim kapitalist hükümetler şimdiden toplumları bir “ikinci dalga”ya alıştırma çabası içindeler). Ama sermayenin sömürü ve birikim çarkı, bu çarkların tekeller ve devletler arasında dişe diş bir rekabet içinde, dolayısıyla birbirleri karşısında üstünlük elde etmek üzere kıyasıya dönmesi ihtiyacı, kapitalist hükümetleri “normal”e dönme kumarında da birbirleriyle yarışa yöneltebilmektedir.
Kapitalist ekonominin temel işleyiş yasası artı-değer sömürüsü, buna dayalı sürekli sermaye birikimidir. İnsan ihtiyaçları burada yalnızca bir araçtır; amaca hizmet ettiği, yani yeterince kârlı olduğu sürece bir anlam taşır. Kârlılığını yitirdiğinde anlamını da yitirir. Bu durumda sermaye, iş görmekte olduğu alandaki insan ihtiyaçlarına aldırmayarak, daha kârlı bulduğu yeni alanlara yönelir. Sosyalizm içinse aslolan toplumun temel maddi ve kültürel ihtiyaçlarının karşılanmasıdır. Temel insan ihtiyaçlarının karşılanmasına dayalı sosyalist bir ekonomide insanın insan tarafından sömürüsü olmadığı gibi, azami kar hırsının ve piyasa mekanizmalarının güdülediği doğanın kuralsızca ve ölçüsüzce yağması da yoktur.
Kapitalizm ile sosyalizm arasındaki temel ilkesel fark, kendini toplum sağlığı sorunlarına yaklaşımda da gösterir. Kapitalizm, kronik biçimde ürettiği toplumsal sorunlar ile insan sağlığını sürekli biçimde bozar. Böylece doğan sağlık sorunlarını ise kendisi için son derece kârlı bir sömürü alanı olarak kullanır. Kapitalist düzende bakım ve iyileştirme hizmetleri, tıbbi yatırım ve araştırmalar, silah sanayi denli kârlı bir sektör olan ilaç üretimi, tüm bunların belirleyici ilkesi, tüm öteki sanayi ve hizmet kollarında olduğu gibi, azami ölçüde kârlılıktır. Sömürüye, kâra ve piyasaya dayalı bir ekonomik mantık ve işleyiş içinde başka türlü de olamaz.
Temel üretim araçlarını ve birikmiş zenginlikleri topluma mal eden ve toplum ihtiyaçlarına dayalı bir planlama ile piyasa anarşisine son veren sosyalizm içinse aslolan toplumun sağlığıdır. Sosyalizmde insan sağlığı ilke olarak kamusal bir sorumluluk alanıdır. Toplumsal devrim burjuva sınıf düzenini yıkarak, böylece toplum sağlığını kronik biçimde çok yönlü olarak bozan toplumsal zemine de öldürücü darbeyi vurmuş olur. Sermayenin elinde ya da denetimindeki tüm sağlık kuruluşlarına ve ilaç fabrikalarına el koyarak işçilerin denetimine veren toplumsal devrim, daha ilk adımda herkese eşit, ücretsiz ve kaliteli bir sağlık hizmetine yönelir. Eldeki imkanları ve kaynakları bu doğrultuda seferber eder. Sosyalizmde insan sağlığı için koruyucu önlem ve hizmetler, kısaca “koruyucu hekimlik” dediğimiz ilke esastır. Çalışma ve yaşam koşullarını toplumun tümü için iyileştirme, toplumun maddi ve kültürel yaşam düzeyini sistemli çabalarla yükseltme kaygısı, buna dayalı politika, önlem ve uygulamalar, salgın ve hastalıkların toplumsal nedenlerini temelden ortadan kaldırabilmenin köklü ve kalıcı çözüm yoludur.
Çarlık Rusya’sından son derece geri bir toplumsal-kültürel miras devralan, daha bir de üç yıllık emperyalist savaşın ardından dört yıllık iç savaşın yarattığı ağır yıkımla yüz yüze kalan Sovyet iktidarı, tüm elverişsiz koşullara rağmen daha ilk adımında toplum sağlığına ilişkin sosyalist ilke ve esaslara göre hareket etti. Muzaffer devrimin daha ilk haftasında tüm ücretli emekçiler için “Tam Sosyal Sigorta” getirildi. İşçi sınıfı ve emekçilerin genel sağlığı için hayati önemde bir konu olan azami işgünü, gelişmiş Avrupa’nın tümünden önce 8 saate indirildi (devrimin onuncu yılında ise 7 saate indirilecekti). Devrimin henüz ilk yarıyılı ancak dolmuşken, dünya tarihinde ilk kez olarak toplum sağlığını iş edinecek Sağlık Bakanlığı kuruldu. İç savaşın tüm şiddetiyle sürdüğü o günlerde salgın hastalıklara (kolera, tifüs, İspanyol gribi, frengi vb.) karşı sistemli mücadele gündeme alındı.
Mart 1919’da yenilenen parti programında, bu tür önlemlerin doğası gereği burjuva düzen koşullarında uygulanamaz olduğunun da altı çizilerek, halk sağlığı alanında koruyucu ve önleyici politikaların belirleyici önemi vurgulandı: “Rusya Komünist Partisi (Bolşevik), halk sağlığının korunmasına yönelik faaliyetlerinin temelinde, her şeyden önce hastalıkların gelişimini önlemeye yönelik geniş koruyucu ve önleyici önlemlerin uygulanmasına inanmaktadır.” Bu yaklaşımın bir gereği olarak, daha 1920’li yıllarda sağlık bütçesinin yarısında fazlası koruyucu önlem ve hizmetlere ayrıldı.
Herkes için “parasız tıbbi bakım ve tedavinin sağlanmasının” temel bir hak olarak kayıt altına alındığı yeni parti programında, çevrenin korunmasına ilişkin şu çok önemli hususa da yer verildi: “Kamuya açık bütün yerlerde sağlık koşullarının iyileştirilmesi; toprağın, suyun ve havanın korunması...”
Ekim Devrimi’nin ürünü Sovyet iktidarı, Avrupa’da çevreci akımların doğmasından ve çevreciliğin bir tür moda akım halini almasından altmış küsur yıl önce, “toprağın, suyun ve havanın korunmasını” program hedefi olarak ortaya koyuyordu. Bu amaç ve hedefin bir gereği olarak sanayi bölgelerinin yerleşim yerlerinin uzağında kurulması esası kabul edildi ve genel bir kural olarak uygulandı. Kentsel altyapının kurulması ve kentin korunması bu bakış açısıyla ele alındı.
Geri toplumsal-kültürel koşulların ötesinde, eski toplumdan daha bir de savaş ve iç savaşın çok ağır yıkıntısını devralan Sovyet ülkesinde ve daha 1920’li yıllarda, bulaşıcı ve salgın hastalıklara karşı mücadelede çok büyük başarılar elde edildi. Çalışma ve yaşam koşulları ile toplum sağlığı arasındaki kopmaz bağı gözönünde bulundurmak, Sovyetler Birliği’nde izlenen sağlık politikalarının temeliydi. Bu çerçevede, emeğin korunmasına, bunun bir parçası olarak fabrika ve atölyelerde çalışma koşullarının iyileştirilmesine, toplumsal beslenmenin bilimsel ve hijyenik temelde düzenlenmesine, başta konut sorunu olmak üzere emekçilerin yaşam koşullarının iyileştirilmesine, sağlığa uygun bir kentsel altyapının kurulmasına yönelik sistemli çabalar, yanısıra çocuk sağlığına ve toplum düzeyinde kitle sporuna verilen çok özel önem, tüm bunlar birarada, toplum sağlığı alanındaki başarıların sağlam zeminini oluşturdu.
Kapitalist ülkelerde olduğu gibi iyileştirilmek üzere sağlık merkezlerinde hasta beklenmedi, önleyici ve koruyucu sağlık hizmetleri en ücra yerlere kadar bizzat halkın ayağına götürüldü. Hekimler, işçilerin rutin muayenelerinin yanı sıra, çalışma ortamının sağlık ve güvenlik bakımından denetimi çalışmalarına bizzat katılmak durumundaydılar. Sanayi kuruluşlarının işçi sağlığı ve güvenliği yönünden devlet ve sendika müfettişleri tarafından düzenli biçimde denetlenmesi, zorunlu kılınan uygulamalardan bir ötekiydi.
Özetle hastalık üreten toplumsal ve doğal zemininin kurutulması, Sovyet sağlık politikasının temel önemde ilkesel yaklaşımı oldu.
Ekim Devrimi’ne kadar toplum sağlığına kamusal bir sorumluluk alanı olarak yaklaşmak kapitalist dünyaya tümüyle yabancıydı. Sovyetler Birliği’nin bu alandaki yaklaşım ve başarılarının zaman içinde kapitalist dünyayı şu veya bu ölçüde etkilemesi ise kaçınılmazdı. Fakat bu basıncın sözü edilebilir bazı ilk sonuçlarını vermesi için ikinci emperyalist dünya savaşı sonrasını beklemek gerekecekti. Savaş sonrasında kapitalist ekonomideki genişleme döneminin de sağladığı elverişli konjonktürde, Sovyetler Birliği örneğinin dolaysız basıncı altında ve elbette zorlu toplumsal mücadelelerin bir sonucu olarak, bir dizi kapitalist ülkede halk sağlığı sorununun kamusal bir sorumluluk alanı sayılması kabul gördü. Devrimci işçi hareketini güçten düşürmek, böylece toplumsal devrim tehdidini zayıflatmak üzere ve özellikle sosyal-demokrat hükümetler döneminde, başka bazı toplumsal sorunlar yanında halk sağlığı alanında önemli reformlar gerçekleştirildi. “Sosyal refah devleti” iddiası bunun sonucu olarak ortaya atıldı ve bir parça inandırıcı olabildi.
Fakat savaş sonrası döneminin iktisadi genişleme dönemi yerini hala da aşılamayan küresel ekonomik bunalıma bırakır bırakmaz, ki bu dünyada devrim dalgasının hızla geri çekildiği 1980’lerin başına denk gelir, “sosyal refah devleti” olmakla övünenler de dahil olmak üzere, tüm kapitalist dünyada emekçilerin iktisadi-toplumsal kazanımlarına karşı genel bir saldırı gündeme getirildi. Doğal olarak sağlık alanı da bundan payını gereğince aldı. ‘90’lı yıllara dönülürken, yani tam da Ekim Devrimi’nin açtığı çığır içinde yaratılmış toplumsal-siyasal mevzilerin biçimsel varlığının da son bulmasıyla birlikte, bu saldırılara yeni boyutlar eklendi. Bunun bir parçası olarak halk sağlığı sorunu da büyük ölçüde sermayenin ayrıcalıklı bir yatırım ve sömürü alanı haline getirildi. Artık kamusal sorumluluk değil fakat serbest piyasa egemendi.
Ekim, işçi sınıfının ve emekçilerin kazanımlarına karşı neo-liberal saldırının artık emperyalist metropollerde de gemi azıya aldığı bir sırada, Mart 2005’te, kapsamlı bir başyazı yayınladı (Sayı: 241). “Sosyal Devlet”in ve Sosyal Barışın Sonu başlıklı bu yazının nispeten geniş bir bölümünü Ekim’in bu sayısında yeniden sunuyoruz. Dayandığı temel fikre uygun farklı bir başlık altında: 150 Yılın Aynasında Devrim-Reform Diyalektiği. (Metnin tamamına tkip.org sitesinden ya da Parti Değerlendirmeleri- 2 kitabından ulaşılabilir...)
Aşağıdaki pasajları sözünü ettiğimiz başyazıdan aktarıyoruz:
“Genel planda ele alındığında işçi sınıfının ve emekçilerin kapitalist sistem içindeki iktisadi, sosyal ve siyasal kazanımları, hiç de kolayından burjuvazinin bir ihsanı değil, fakat uzun onyılları bulan zorlu sınıf mücadelelerinin ürünü olmuşlardır. Bu tarihsel gerçek sermayenin bugünkü saldırılarına ilişkin hemen her ilerici-devrimci değerlendirmede haklı olarak dile getirilmektedir. Fakat bu çerçevede altı özel olarak çizilmesi gereken temel önemde bir nokta, gerek bu kazanımların geçmişte elde edilmesinin ve gerekse de aynı kazanımların bugün yitirilmesinin dünya ölçüsündeki sınıf mücadelesinin genel durumuyla kopmaz ilişkisidir. Gelişmiş kapitalist ülkeler sözkonusu olduğunda özellikle geçerli olan bu olgu, tam da bu ülkelerdeki kazanımların en ölçüsüz saldırılara konu olduğu bugün her zamankinden daha çok göz önünde bulundurulmalıdır.
“Dünya ölçüsünde sosyalizm güçlü ve prestijli bir akım iken, devrimci sınıf mücadeleleri dünyanın dört bir yanında çeşitli biçimleriyle sürüyorken, bunun önemli yansımalarından biri olarak ön saflarını komünistlerin tuttuğu uluslararası devrimci işçi hareketi güçlü ve örgütleyken, metropol ülkelerin emperyalist burjuvazisi kendi ülkesindeki işçilerin sınırlı mücadelelerini bile, onları tatmin edecek ve yatıştıracak, böylece sisteme bağlayacak tavizlerle karşılama yoluna gidebilmiş, gitmek zorunda kalmıştı. Savaşı izleyen birkaç onyılın kapitalist büyüme dönemi (ve bu dönemin keynesyen ekonomik politikaları) bunu ayrıca kolaylaştırmış olsa bile, kurumlaşan ve “sosyal devlet” olarak devrim ve sosyalizme karşı bir savunma siperi haline getirilen iktisadi ve sosyal reformların gerisinde, temelde bu, yani dünya devrim sürecinin dolaysız basıncı vardı. Bağımlı ülkelerde yaygın biçimde gericilik, beyaz terör ve faşist diktatörlük rejimleri ile karşılanan bu basınç, metropol ülkelerde iktisadi-sosyal tavizler/reformlarla çelişkilerin yumuşatılması, böylece emekçilerin yatıştırılması yoluyla göğüslenmişti.
“Buradan bakıldığında işçi sınıfı ve emekçilerin metropol ülkelerdeki kazanımları dar anlamda her bir ülkenin kendi işçi ve emekçilerinin verdikleri ulusal mücadelelerin ürünü olmaktan çok, büyük ölçüde dünya ölçüsündeki devrimci sürecin yan ürünleriydiler. Buna elbette her bir ülkenin kendi içindeki sınıf mücadeleleri de dahildi, ama tayin edici çerçeve uluslararası çapta, yani dünya ölçüsünde oluşmaktaydı. Dolayısıyla burada sözkonusu olan, devrim-reform diyalektiğinin uluslararası düzlemdeki işleyişi ve sonuçları idi. Sosyalizme yönelen toplumlardan ve etkili sosyal ve siyasal mücadelelere sahne olan bağımlı ülkelerden gelen basınç, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının örgütlü basıncı ile de birleşince, sosyal tavizler vermek ve giderek bunu bir politika (“sosyal devlet”) olarak da benimsemek, hele de kapitalist genişleme konjonktürü bunu kolaylaştırıyorsa, batılı burjuvazi için tutulabilecek en uygun yol olmuştu.
“‘70’li yılların ortasında patlak veren ve hala da aşılamayan yeni ekonomik bunalımla birlikte bu yolun sonuna gelinmiş oldu. Emperyalist burjuvazinin ‘80’li yıllarla birlikte başlayan neo-liberal saldırısı bunun ifadesi ve ilanıydı. Neo-liberal saldırının anlamı işçi sınıfının ve emekçilerin sosyal kazanımlarının sistematik biçimde gasp edilmesinden başka bir şey değildi.
“Aynı yıllar dünyada devrim dalgasının düşmesi ve gerçekte ne olduğundan bağımsız olarak, sosyalizm alternatifini simgeleyen ‘Doğu Bloku’ndaki bunalımın ağırlaşmasıyla karakterize olmaktaydı. ‘80’lı yılların sonunda bu blokun dağılmasına varan tarihi önemdeki bu gelişmeler, gündemdeki neo-liberal saldırıyı ayrıca kolaylaştırıyordu. ‘89 çöküşü ile bunu izleyen uluslararası gericilik dalgası ortamında devrim ve sosyalizm akımının tümden güçsüz duruma düşmesinden sonra ise, uluslararası sermayenin kapsamlı saldırısı karşısında ortada neredeyse hiçbir engel kalmadı. Ortada bir engel kalmadığı gibi, tam da bu aynı gelişmelerin bir sonucu olarak kapitalist dünyadaki iç çelişmelerin önünün açılması ve bunun bir parçası olarak iktisadi rekabetin iyice şiddetlenmesi, beraberinde sosyal saldırının da şiddetlendirilmesini getirmiş oldu.”
“Böylece uluslararası devrimci dalganın yükselişiyle karakterize olan ortamda verilen tavizler, bu dalganın kırıldığı tarihi koşullarda bir bir geri alınmaya başlandı. Zamanında devrimci sürecin yan ürünü reformlar olarak kazanılanlar, artık karşı-devrimci sürecin ürünü ‘reform’ politikalarıyla kısıtlanmakta ya da tümden gasp edilmekteydi. Bugün hala da bu sürecin içindeyiz ve saldırıların günden güne ağırlaşarak sürdüğünü görüyoruz...”
Özetle 20. yüzyılın ikinci yarısında kapitalist dünyanın zengin metropollerini belli sınırlarda “terbiye” eden, bir dizi toplumsal, siyasal ve kültürel kazanımın önünü açan, bunun bir parçası olarak da halk sağlığının şu veya bu ölçüde kamusal bir sorumluluk alanı olarak ele alınmasını sağlayan, tam da Ekim Devrimi’nin açtığı çığır içindeki gelişmelerin toplam basıncıydı. Bu basınç ortadan kalkar kalkmaz, elde edilen kazanmalar ya da zorunlu olarak verilen tavizler, son kırk yılın karşı saldırısıyla önemli ölçüde geri alındı. Bugün bu geri alma süreci hala da hız kesmeden devam etmektedir.
Covid-19 salgını, bu karşı saldırının sağlık alanındaki sonuçlarının ne anlama geldiğini dünya ölçüsünde göstermiş oldu. İnsanlığın karşı karşıya kaldığı bu küresel felaket, kapitalist dünyada sağlık sisteminin ne durumda olduğunu, en gelişmiş kapitalist metropoller üzerinden ibret verici biçimde ortaya koydu. Neo-liberal acımasızlığın son kırk yılda kamu sağlığı sistemini nasıl çökertmiş olduğu açığa çıktı. Tüm diğer kamusal hizmetler gibi sağlık hizmetlerinin de metalaştırılmasının, sömürü ve soygun alanı haline getirilmesinin nelere yol açabileceği, gündemdeki küresel salgın üzerinden somut olarak görülmüş oldu.
İnsanlık, elbette özellikle emekçiler ve ezilenler dünyası, hele de emperyalist metropollerin işçi sınıfı, Ekim Devrimi’nin açtığı çığıra, en elverişsiz tarihi-toplumsal koşullarda ve acımasız bir kuşatma altında gerçekleşmiş sosyalizmin o kusurlu biçimine bile, ne çok şey borçlu olduğunu zaman içinde çok daha iyi anlayacaktır.
Pandemi başlayalı beri sonrasına ilişkin olarak çeşitli türden görüşler ortaya konulmaktadır. Bilimsel ölçütlerin elverdiği sınırlar içinde kestirimde bulunmaya dayalı olanlar dışında bu görüşler spekülasyondan öte bir değer taşımamaktadır. Ağırlık merkezi oluşturan ülke ya da bölgeler değişse de pandemi hala dünya ölçüsünde etkisini sürdürmektedir ve bunun nereye varabileceğini kestirmek de şu an için olanaklı değildir. Emperyalist ekonomi ve finans kuruluşları bile kendi tahminlerini ortaya koyarlarken bunu “ikinci bir dalga olması durumunda” kaydıyla birlikte yapmakta, bu ikinci ihtimali gözeterek tümüyle başka tahminler sıralamaktadırlar. Bunun kendisi durumun halen belirsizliğini koruduğunun bir göstergesidir.
Bugünden kesin olan, pandeminin kapitalist sistemin yapısal zaaflarını ortaya çıkarması, küresel salgınla etkin mücadelede güçsüzlüğünü ve yeteneksizliğini gözler önüne sermesidir. Bunun sınıflar mücadelesi için tam hangi sonuçları doğurabileceğini bugünden kestirmeyiz. Ama sisteme temel karakterini veren başlıca çelişmelerin daha da keskinleşeceğini bugünden öngörebiliriz. Nitekim bunun işaretleri günden güne çoğalmaktadır.
Gündelik hayatın sınırlandırılmasına ilişkin pandemi önlemlerinden hareketle, özellikle bazı kültürlü küçük-burjuva çevrelerde, bundan böyle sistemin insanların hayatlarını nasıl denetim altına alabileceği, kitleleri sürüleştirip nasıl kolayca yönlendirebileceği üzerine karamsar spekülasyonlar yapılıyordu. Ama ABD’deki bir polis cinayeti bile bizzat bu ülkede, hemen ardından tüm dünyada birikmiş öfkeyi açığa çıkararak ve sürmekte olan salgın koşullarına rağmen geniş kalabalıklar halinde sokağa taşırarak, bu türden spekülasyonların yersizliğini göstermeye yetti. Pandemiden önce, üstelik daha geçen sonbaharda dünya ölçüsünde milyonlarca insan haftalar boyu sokaklarda ve meydanlardaydı. Bunu pandemi günlerinde görmüş olduk ve pandemiden sonra da göreceğimize kesin gözüyle bakabiliriz. Küresel düzeydeki her yeni önemli gelişme, sistemin tükenmekte olduğunu, emekçi kitlelere ve özellikle de gençliğe güven ve umut vermediğini ve en önemlisi, bu durumun hiç de çaresizce sineye çekilmeyeceğini gösteriyor. (Uzun yıllardır Fransız liberal solunun kürsüsü olan bir yayın organında, tam da şu günlerde, “sınıf mücadelesinin geri dönüşü” üzerine uzun incelemelerin yayınlanması ve son kırk yıldır “sınıfların ve sınıf mücadelesinin artık bittiği” üzerine söz söyleyen, yeni teoriler geliştiren, kitaplar çıkaran sözde ünlü filozof ve düşünürlerle inceden inceye alay edilmesi dikkate değer bir işarettir).
Pandemi başladığında beri ve sürecin seyrine paralel olarak, emperyalist ekonomi ve finans kuruluşları tüm dünyayı sarsan bu büyük salgının ekonomik ve sosyal faturası üzerine birbirini izleyen tahminlerde bulunmaktadır, oluşacak muhtemel tablo üzerine birbirinden karamsar görüşler ileri sürmektedirler. Dünya ölçüsünde büyük bir ekonomik daralmadan, yüzmilyonlarca tam zamanlı işçinin işini yitirmesinden, 1,6 milyar kayıt dışı çalışanın gelir kaynaklarından yoksun kalarak sefalete düşmesinden, her ülkede binlerce, onbinlerce küçük ve orta ölçekli şirketin batmasından, büyük bir borç krizinin patlak vermesinden vb. söz etmektedirler. Tüm bu tahminler, ne denli isabetli olduklarından bağımsız olarak, dünya ölçüsünde sermayenin emeğe karşı gündeme getireceği geniş çaplı bir saldırısının hem habercisi hem de şimdiden rasyonalize edilerek meşrulaştırılması olarak görülmelidirler.
Görünürde bunun nedeni Covid-19 salgınının ekonomide yarattığı yıkıcı koşullardır. Oysa gerçekte sözkonusu olan bir kez daha kapitalist dünya sisteminin akıl ve insanlık dışı doğasıdır. Günümüz dünyasında çok ileri düzeyde gelişmiş üretim araçları, her ülkede organize bir üretim ve hizmet aygıtı, dünyanın toplamında birikmiş muazzam zenginlikler var. Bütün bunlara rağmen, bir salgının mal ve hizmet üretiminde ve dolaşımında yarattığı geçici bir daralma, nasıl olur da yüzmilyonlarca insanın işsiz kalmasına ve milyarlarcasının da yoksullaşmasına neden olabilir? Yanıt bir kez daha ve basitçe, üretim araçları ve birikmiş zenginlikler üzerindeki sermaye tekeli, kapitalist düzen altında ekonominin ve ticaretin buna göre şekillenen kendine özgü işleyiş mantığıdır.
Bu açık gerçeğe rağmen, tüm ülkelerde sermaye sınıfının, salgının kapitalist ekonomiye etkilerini işçi sınıfına ve emekçilere fatura etmeye yöneleceğine kesin gözüyle bakabiliriz. Bu ise sistemin temel çelişmelerinden biri olan emek-sermaye çelişkisinin kaçınılmaz biçimde daha da keskinleşmesi sonucunu doğuracaktır. Bunun sınıflar mücadelesi planında hangi sonuçlar doğurabileceğini ise, her ülkede ve genel olarak dünyada bir dizi karmaşık etkene sıkı sıkıya bağlı bu süreci ancak yaşayarak görebileceğiz.
Benzer nedenlerden dolayı önümüzdeki dönemde emperyalizm ve ezilen halklar arasındaki çelişme de yeni bir düzeyde keskinleşecektir. Zira her bir ülkede işçi sınıfına ve emekçilere ödetilecek çok yönlü faturayı, dünya genelinde emperyalist güç odaklarınca güçsüz ülkelere ve dolayısıyla ezilen halklara dayatılacak politikalar tamamlayacaktır. Halklar yalnızca iktisadi ve sosyal saldırıların değil, siyasal ve kültürel gericiliğin, emperyalist saldırganlık ve savaşların yaratacağı yeni yıkımların sonuçlarıyla da yüz yüze kalacaklardır.
Sistemin bir başka temel önemde çelişmesi olan emperyalistler arası çelişkinin pandemi sonrası tablosu ise bugünden gözler önündedir. Başlıca emperyalist güç odakları arasındaki çekişme ve gerginlikler, pandemiyle birlikte yeni boyutlar kazanmış durumda. Özellikle Amerikan emperyalizmi, pandemi vesilesiyle Çin’i özel bir hedef haline getirerek, ilişkileri gerdikçe germektedir. Avrupalı emperyalistlerin yanısıra uzak doğuda öteki bazı ülkeleri de yanına alarak Çin’i kuşatmaya, sermaye kaçışlarını özendirerek ekonomisini zayıflatmaya çalışmaktadır.
Tüm dünyanın kanıksama içinde izlediği bu gelişme, gerçekte kapitalist dünya sisteminin bir başka temel önemde yapısal gerçeğini ortaya koymaktadır. Adı üzerinde, küresel düzeydeki salgınla birlikte tüm insanlık ortak bir felaketle yüz yüzedir. Normal olarak böyle bir ortak felaket karşısında, küresel düzeyde yakın işbirliği ve sıkı bir dayanışma beklenir. Oysa kapitalizm koşullarında bu olanaksızdır, pandemi döneminin bir kez daha ve tüm açıklığı ile göstermiş bulunduğu gibi.
Küresel salgın döneminde, kapitalist dünyada ülkeler arası destek ve dayanışma bir yana, her bir kapitalist hükümet kendi hükümranlık alanını kurtarmaya bakmış, dahası her biri rezalet ölçüsünde bencilce hesaplar içinde hareket etmiştir. Bencillik, rekabet, çekişme, güvensizlik, düşmanlık, birbirinin ayağını kaydırma, birbirine göre üstünlük sağlama vb., kapitalist dünya sisteminin, onun oluşturduğu devletler topluluğunun küresel salgın gerçeği üzerinden bir kez daha tescil edilen gerçek karakteri bu olmuştur.
İnsanlığın karşı karşıya kaldığı küresel sorunlara küresel çözümler, halklar arası kardeşçe işbirliği, dayanışma ve giderek bütünleşme, çevrenin ve doğanın korunması, tüm bunlar ancak kapitalist dünya sisteminin aşılması ölçüsünde olanaklıdır. Çıkış ve çözüm, devrimci enternasyonalizmden ve dünya devriminden geçmektedir. Pandemi üzerinden bir kez daha netleşen temel önemde ama sade gerçek budur.
Bugünkü dünya tablosu üzerinden bu zor, uzak ve belirsiz bir hedef olarak görünüyor. Ama bu yalnızca görünüşte böyledir. Bir polis cinayetinin bile bir dizi ülkede büyük kalabalıkları ayağa kaldırabilmesi, günümüz dünyasının bir başka temel önemde gerçeğidir. Irkçılığa karşı öfke gibi görünen bu ayağa kalkışın gerisindeki sosyal nedenleri ve dolayısıyla sınıfsal dinamikleri görememek için kör olmak gerekir.
Küresel salgının bir kez daha netleştirdiği temel önemde başka gerçekler de var. Günümüz dünyasında toplumu sırtında taşıyanın işçi sınıfı olduğunun en kör gözlerce bile görülebilir hale gelmesi gerçeği örneğin. Pandemi döneminde çok şey durdu, ama temel insani ihtiyaçlara yönelik mal ve hizmet üretimi durmadı. Bunu gerçekleştiren ise her zamanki gibi her ülkenin işçi sınıflarıydı. Pandemi döneminde bir dizi şeyden vazgeçilebildi. Ama zorunlu yaşam ve geçim araçları ile temel hizmetlerden bir an olsun vazgeçilemedi. Bunların tümü de doğal olarak maddi üretim ve çalışma süreci içinde karşılandılar. Ve her ülkede bunu sağlayan işçi sınıfıydı. Modern toplumu ve yaşamı sırtlayan sınıf...
Bu sınıf geçen yüzyılın ikinci on yılında, Rusya’da, yeni bir dünyanın kapılarını araladı. Düşünülebilecek en elverişsiz uluslararası koşullarda, acımasız bir yıkıcı kuşatma altında ve son derece geri bir toplumsal-kültürel mirasla işe başladı. Buna rağmen kısa zamanda ve bir dizi alanda, insanlığa yepyeni örnekler sundu. Bunun kamu sağlığı ve özel olarak pandemi üzerinden anlamına işaret etmiş bulunuyoruz. Yalnızca konumuz sınırlarında ve yalnızca bununla sınırlı bir örnek olarak.
Bu sınıf fiziki toplumsal varlığıyla günümüz dünyasında her zamankinden daha yaygın ve daha kalabalıktır. Ve pandeminin bir kez daha gösterdiği gibi, toplum yaşamının ana ekseni olarak en vazgeçilmez güçtür. Küresel salgınlara karşı olduğu kadar kapitalizmin ürettiği her türden küresel soruna köklü ve kalıcı çözüm de, bu sınıfın yeni bir dünyanın kapısını yeniden aralayabilmesine sıkı sıkıya bağlıdır.
O halde ne edip edip, bu sınıfın kendi tarihsel devrimci rolünü başarıyla oynayabilecek bir toplumsal-siyasal güç haline gelebilmesi için çalışmalıyız. Pandeminin bize bir kez daha derinden hissettirdiği en acil, en öncelikli, en tayin edici devrimci görev budur.