Korona salgını dünya ölçüsünde yarattığı insani yıkımla kapitalizm gerçekliğine büyük bir ayna tutmuş bulunuyor. Bu aynadan yansıyan çarpıcı olgular karşısında, gericilik cephesinde yer alanlar dahi sistemin geleceğini tartışmak zorunda kalıyorlar. Kapitalizmin yalnızca bir yıkım değil aynı zamanda bir ölüm düzeni olduğu gerçeği, sarsıcı bir biçimde insanlığın yüzüne vuruyor.
Tek dürtüsü “kar, daha çok kar” olan, bu uğurda geniş emekçi yığınların yaşamını cehenneme çevirmekle kalmayan, yanı sıra doğayı da acımasızca yıkıma uğratan bu sistem, bunun tetiklediği salgınlarla baş edemiyor. Dünya ölçüsünde biriken onca zenginliğe, bilimsel-teknolojik planda yaşanan onca gelişmeye rağmen... Salgın karşısında alınan önlemler, bunun için ayrılan devasa bütçeler, insanlığı bu ağır felaketten kurtarmak için değil, kapitalizmin emekçileri öğüten çarklarının dönebilmesi için. Kapitalistlerin karlarına, işçi sınıfının sırtından bugüne kadar biriktirdikleri zenginliklere dokunmadan, üretimi durdurmadan ciddi önlemler almak mümkün olamadığı için, sistemin hizmetindeki siyasi iktidarlar, salgının yayılmasını sürece yayacak önlemlerle yetiniyorlar ve bunu açıkça ortaya koymaktan çekinmiyorlar. Sağlık sistemlerinin çökmesini engelleyecek “ölüm oranları”nı büyük bir başarı olarak sunuyorlar.
Öncelikle toplumun korunmaya muhtaç en zayıf kesimlerinin yaşamlarıyla ödedikleri insani fatura karşısındaki bu “soğukkanlılık”, kapitalizmin ahlakını sergilemekle kalmıyor, ne denli insanlık dışı bir sistem olduğunu da bir kez daha gözler önüne seriyor. Salgının hızı kesilse de, alınması gereken köklü tedbirler zamanında alınmadığı için, sürecin nereye evrileceği, yıkımın hangi boyutlar kazanacağı belirsizliğini koruyor. İnsani bir kriz yaşandığı halde “maliyet” hesapları yapan, ekonomik büyüme ile insan hayatı arasında “denge” kurmaya çalışan bir sistemde bu mümkün olamıyor.
Bunun içindir ki, salgına kaynaklık ettiği için suçlanan Çin, yanısıra Güney Kore, aldıkları ciddi önlemlerle salgının önünü kesebildikleri halde, izledikleri yol ve yöntemler saldırının konusu yapılabildi. Çin gibi, dünya nüfusunun neredeyse beşte biri olan bir ülkede bu salgının önüne geçilebilmiş olması, bunun hem mümkün olduğu hem de böylece dünya ölçüsünde insanlığın çok daha büyük bir felaketten kurtarıldığı gerçeğinin üzeri örtülmeye çalışıldı. Batı medyası, dahası sözde bilim insanları, bunun için harekete geçirildiler. “Katı önlemler”e dayalı “Çin modeli”nin batı demokrasisine uygun olmadığı üzerinden tartışmalar dahi yürütebildiler.
Böylece, batının “demokratik” toplumlarının yöneticileri, doğunun “despotik” yöntemlerine karşı çıkmak adı altında, emekçileri zamana yayarak ölüme sürmenin zeminini yaratmaya çalıştılar ve bunu yapmayı sürdürüyorlar.
Çin’in “anti-demokratik önlemleri”ni reddeden “uygar batı”nın ortaya çıkan insani yıkım tablosu karşısındaki tutumu, ibret verici olmanın ötesinde tam bir arsızlık örneğidir. Almak zorunda kaldıkları “önlemler”in, salgının hızını kesse de önünü almaya yetmeyeceğini çok iyi biliyorlar. Bu nedenle ölümlerin “kaçınılmazlığı”nı kitlelere kanıksatmaya çalışıyorlar. Gelinen yerde zaten yetersiz olan önlemler gevşetilmiş bulunuyor ve korona virüsü ile birlikte yaşamı sürdürmeye alışmak gerektiği propaganda ediliyor.
Öte yandan, yıllardır uygulanan acımasız neoliberal saldırı politikalarıyla sağlık sistemlerinin nasıl çökertilmiş olduğu gerçeği de orta yerde duruyor. İtalya, İspanya, Fransa, Belçika, Hollanda gibi kapitalist metropollerdeki yüksek ölüm oranları tablosunun gerisinde aynı zamanda bu gerçeklik yatıyor. Salgının yayılmasını engelleyecek katı önlemlerin alınmamış olmasının yanı sıra sağlık hizmetlerinin yetersizliği nedeniyle, yaşlılar ve hastalar başta olmak üzere toplumun en korumasız kesimleri, bu gerçekliğin ağır sonuçlarını yaşadılar.
Sürece daha sonra dahil olan ABD, İngiltere ve Brezilya’nın tablosu daha da ağır. Kapitalist sistemin çarklarının dönebilmesi için “sürü bağışıklığı” teorisini açıkça savunan, salgın başladığında en asgari önlemleri bile almaktan kaçınan bu ülkelerdeki iktidarlar, bunun ağır faturası karşısında geri adım atmak zorunda kaldılar. Ancak bu geri adım da emekçilerin yaşadığı yıkımın önüne geçmekten çok bir kez daha sistemin işleyişini güvenceye almak içindi. Zira “sürü bağışıklığı”nı geliştirmeye dayalı acımasız politika toplumsal dengeleri sarsabilecek hızda bir yıkım yarattı. Kapitalist dünyanın her açıdan gelişmiş en zengin ülkesi ABD’de ölüm oranları hızla yükseldi ve yüz bini aştı. İngiltere ve Brezilya da bugün dünyada en yüksek ölüm oranlarına sahip ülkeler.
İnsanlık bugüne dek yüzbinlerce, hatta milyonlarca insanın yaşamına malolan salgınlarla yüzyüze kaldı. Doğal felaketlerle baş edebilecek bilimsel birikim ve imkanlardan yoksunluk nedeniyle bu salgınlar son derece yıkıcı boyutlar kazandı. İnsanlığın ulaştığı bugünkü gelişmişlik düzeyinde durum tümüyle farklı olduğu halde, yaşanmakta olan yıkım küçümsenemeyecek boyutlarda. Kapitalizmin insanı hiçe sayan doğası yüzünden, salgının önüne geçebilecek ciddi önlemler alınmadı/alınamıyor, korona virüsü ile birlikte yaşamanın yolları aranıyor.
Bilim insanlarının yıllardır, özellikle son salgınların sunduğu veriler üzerinden, çok daha yıkıcısı ile yüzyüze kalınacağı konusunda uyarılar yaptıkları, dahası bugün yaşanmakta olanları resmeden raporlar hazırladıkları biliniyor. Dolayısıyla hala da nerede duracağı bilinemeyen bu salgın “beklenmeyen” ya da “öngörülemeyen” bir felaket değildi. Daha önemlisi, bugün ulaşılmış bulunan bilimsel-teknolojik gelişme düzeyi ve devasa zenginlik birikimi, bu salgınla baş edebilmenin imkanlarını fazlasıyla sunuyordu. Bunu olanaksız kılan, kapitalist özel mülkiyet düzeni, onun insanı hiçe sayan işleyiş yasaları oldu.
Kapitalizmde bilimsel-teknolojik gelişmeler, insanlığın ihtiyaçlarını karşılamaya değil, daha çok kar elde etmeye odaklı azgın bir sömürüyü gerçekleştirmeye hizmet ediyor. Bu sayede büyüyen devasa zenginlikler bir avuç asalağın tekelinde birikmiş bulunuyor. Bu zenginliğin küçük bir kısmına bile dokunulamadığı içindir ki, salgınların üstesinden gelinebilecek köklü tedbirler alınamıyor. Dahası, kapitalist metropollerde salgın nedeniyle hazırlanan trilyon dolarlık paketler, sistemin işleyişini güvenceye almak üzere kapitalistlerin kasalarına akıtılıyor. Elbette faturası bir kez daha işçi ve emekçileri çıkartılmak üzere...
Bu trilyonluk paketlerden işçi ve emekçilerin payına düşen ise yalnızca, hızla tırmanacak ölümleri sürece yayacak tedbirlerin alınması oldu. Yani, sistemin bekası için, toplumsal tepkiyi büyütecek kitlesel ölümlerin önüne geçilmeye çalışıldı. Kısacası, neoliberal yıkım politikalarıyla çökertilmiş bulunan sağlık sistemlerinin kaldırabileceği ölüm oranlarının tutturulması üzerinden, “insani kriz” yönetilmeye çalışıldı.
Açıkça formüle etmekten mümkün mertebe kaçınmaya çalışsalar da, kapitalist düzenin efendilerinin mevcut salgın karşısındaki temel politikası, bilim dünyasında “sürü bağışıklığı” denilen, bu virüsle baş edemeyecek olan toplumun en korumasız/dirençsiz kesimlerinin ölümle yüzyüze bırakılması politikasıdır. “Ölümü gösterip sıtmaya razı etmek”, her zaman egemenlerin politikalarından biri olmuştur. Ancak bugün uygulanmaya çalışılan çok daha acımasızıdır. Toplumun bir kesiminin ölümüne razı olmak, kaçınılamayacak bir gerçeklik olarak sunulmaktadır. Eğer bu göze alınamazsa, toplumun çok daha geniş kesimlerinin açlık, yoksulluk, işsizlik belasıyla çok daha ağır bir fatura ödeyeceği propagandasıyla kitleler ikna edilmeye çalışılmaktadır. Alınan yetersiz önlemler bile, sistemin işleyişini zora soktuğu için, mali sermayenin ve tekellerin basıncıyla adım adım gevşetilmiştir. Sistem tarafından teslim alınamamış bilim insanlarının bunun yaratacağı yıkıcı sonuçlara ilişkin tüm uyarılarına rağmen…
Düzenin egemenleri, kapitalizmin varoluş nedeni olan sonu gelmez sermaye birikimini güvenceye alabilmek için, bunu sağlayacak sömürü çarklarının dönebilmesi için, işçilerin ve emekçilerin yaşamları üzerinden büyük bir kumar oynamaktadırlar. Salgının önüne kesecek aşının bulunmasının uzun bir süreci alacağı ve önümüzdeki aylarda daha yıkıcı bir dalganın gelebileceğine ilişkin tüm uyarılara rağmen, önlemlerin gevşetilmesinin yaratacağı sonuçları önümüzdeki süreçte göreceğiz. Yeni bir dalgayla salgının yayılması ve ölüm oranlarının yükselmeye başlaması karşısında birtakım tedbirlerle bunu sınırlamaya çalışacak olsalar da, izleyecekleri politikalara yön veren temelde kapitalizmin işleyiş yasaları olacaktır.
Bugün insanlığı büyük bir tehlike ile yüzyüze bırakan temelde korona virüsü değil, döne döne yarattığı çok yönlü krizlerle kapitalizmdir. Bu sistemin çözme yeteneğinden yoksun olduğu tüm yapısal sorunları, salgınla birlikte çok daha yıkıcı bir mahiyet kazanmıştır. Salgın geride bırakılabilse bile, emekçi kitleleri çok ağır bir ekonomik-sosyal yıkım faturası beklemektedir.
Salgınla baş edilemediği ölçüde her geçen gün büyüyecek olan bu faturayı kimin ödeyeceğini sınıflar mücadelesinin düzeyi belirleyecektir. Salgının kapitalizme ilişkin ortaya serdiği sınıfsal gerçekliklerin işçi ve emekçi kitlelerde sorgulamaya yol açması düzenin egemenlerinin işini zorlaştırsa da, önümüzdeki süreçte yeni yıkım saldırılarının dayatılması dışında bir seçenekten yoksundurlar. Ve başta işçi sınıfı olmak üzere emekçilerin örgütsüzlüğü sayesinde bugün için süreci yönetebilmekte, kendi politikalarını dayatabilmektedirler.
Kuşkusuz sürecin çok yönlü faturası kapitalizme ilişkin sorgulamayı daha da derinleştirecektir. Tüm sorun bu sorgulamanın hangi doğrultuda gelişeceği/geliştirileceğidir. Kapitalizmin ürettiği kötülükleri sınırlamayı hedefleyen reformist bir çizgi değil, bizzat kapitalizmin temellerini hedefleyen devrimci mücadele çizgisi ancak bu yıkımdan çıkışın yolunu açabilir. Kısa vadede emekçi kitlelerin yaşayacağı yıkımı sınırlayabilmek de buna bağlıdır. Zira, sistemin salgınla birlikte daha da derinleşen krizinin boyutları, devrimci bir sınıf-kitle mücadelesinin gelişemediği koşullarda, kısmi reformlara bile olanak tanımamaktadır.
Buna rağmen, sol çevrelerde yürütülen tartışmalara bakıldığında, “koronadan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak”, “kapitalizm kendisine çeki düzen vermek zorunda kalacak” beklentisinin yaygın olduğu görülmektedir. Kapitalizmin hayatiyetini sürdürebilmesinin “Keynesci seçeneği” kaçınılmaz kıldığı, bu seçeneğin kapitalizmin 1945-1979 yıllarına damgasını vuran “altın çağ”ına, farklı bir ifadeyle refah devleti ortamına dönüş anlamını taşıdığı vb. söylenebilmektedir.
Kapitalizmin “refah devleti”nde ifadesini bulan “altın çağı”, bir ekonomik bunalım döneminde değil, kapitalizmin emperyalist savaş sonrası ekonomik genişleme döneminde, daha önemlisi, zorlu toplumsal mücadelelerle birlikte Sovyetler Birliği’nin/sosyalist sistemin varlığı ve sürekli basıncı koşullarında yaşanmıştır. Bugün özlemi duyulan “refah devleti”ni olanaklı kılan o tarihsel dönem çoktan geride kalmıştır. Dönem kapitalizmi reforme etme dönemi değil, devrimci mücadelelerle aşma dönemidir. İşçi sınıfı ve emekçi kitlelerin bugünkü bilinç ve örgütlülük düzeyi ne denli geri olursa olsun, çıkış yolu ancak bu çizgide bir mücadelenin geliştirilmesiyle açılabilir, gerçekleşmesi olanaklı olmayan kapitalizmin “altın çağı”na dönme hayalleriyle değil.