Ch: Bazı yoldaşların dile getirmiş bulundukları gibi, burada ele almakta olduğumuz sorunların bir kısmı, daha Parti Kuruluş Kongresi’nde ve üstelik son derece anlamlı bir vesileyle tartışılmıştı. Kuruluş Kongresi çalışmaları henüz sürüyorken, 1998 sonbaharında, yine Bursa’dan başlayarak ve yine metal işçileri üzerinden, sendika bürokrasisine karşı büyük bir eylemli öfke patlak vermişti. Biz de sınıf hareketine müdahalenin ve sendikal bürokrasiye karşı mücadelenin sorunlarını, bu patlamanın o anki deneyimlerini de gözeterek ele almak durumunda kalmıştık.
Sözkonusu değerlendirmeler asıl anlamını bugün çok daha iyi buluyor. O gün için onlar bizim açımızdan yalnızca dışardan değerlendirmelerdi. Henüz sınıf içinde ve sınıf hareketiyle ilişkilerde bugünkü kadar etkili ve iddialı bir konumda değildik. Bundan dolayıdır ki o günün anlamlı değerlendirmeleri daha çok düşünce olarak kaldılar. Oysa bugün pratik ihtiyaçlarımıza dolaysız olarak yanıt veriyorlar. Bu nedenle bugün bu sorunlarla pratikte bizzat uğraşıyorken dönüp o tartışmalara yeniden bakmak özellikle gereklidir ve fazlasıyla yararlıdır. Elbette bugün çok daha zengin bir deneyime sahibiz. Ama gene de Kuruluş Kongresi değerlendirmelerinde bugünkü sorunlarımıza ışık tutan önemli hareket noktaları olduğunu unutmamalıyız.
Bunları daha sonra da bir dizi başka değerlendirme izledi. Ekim’de tam da sendikalar ve sendikal bürokrasi üzerine anlamlı değerlendirmeler yer aldı. Bir önceki kongre hazırlığı sürecinde partiye sunduğumuz sınıf çalışması üzerine derlemelerde konuya ilişkin olarak önemli metinler vardı. Aradığımız birçok sorunun yanıtı bu yüklü materyal içinde şu veya bu biçimde var. Onları yeniden ve yeni bir gözle mutlaka incelemek durumundayız.
Bir başka metne daha işaret edeceğim. 2005’te yayınlanan ve yakın zamanda partinin dikkatine yeniden sunulan “Sendikalar ve Sınıf Mücadelesi” metni. Emek verilerek kaleme alınmış bir çalışmadır bu. Bazı yoldaşlar burada, mevcut sendikalara karşı tavrımız ne olacak, bunlar ele mi geçirilecek, devrimci sendikalarla ikame edilmek üzere yıkılacak mı, yoksa içinden değiştirilip dönüştürülecek mi vb. sorular soruyorlar hala. Oysa bu sorulara özlü yanıtlar sözkonusu metinde var.
Sendikalar ve sendikal bürokrasi ayrımı çok temel bir sorun. Parti olarak bu ayrımı her zaman titizlikle gözettik. Ama bazen yerelden gelen metinlerde bunun gözetilmediğini ya da gereğince gözetilmediğini görüyoruz. Değerlendirmelerimizde gerçekte sendika yönetimini hedefliyorken, ifade tarzımızda bunu dosdoğru sendikanın kendisi üzerinden dile getirebiliyoruz. Örneğin BMİS yönetimi diyeceğimize BMİS diyebiliyoruz. BMİS binlerce işçiyi içeren bir sendika, BMİS yönetimi ise tepesine çöreklenmiş bir sendikal kast. Bu ayrımı özenle yapmalıyız. Söylenenler zaten yönetim kastını hedeflediğine göre, bunun bu açıklıkla tanımlanmasına da gerekli dikkati göstermek durumundayız.
Sendikalar ile sendikal bürokrasi arasındaki ayrım nesneldir. Sendikalar, sınıfın çalışma ve yaşam koşullarını iyileştirmeye yönelik iktisadi ve sosyal istemler üzerinden tarihsel olarak ortaya çıkmış örgütlerdir. Cn yoldaşın haklı olarak vurguladığı gibi, henüz bu örgütlerin aşıldığı bir tarihi evre de görebilmiş değiliz. 20. yüzyılda yaşanan sosyalizm deneyimleri sendikaların sosyalizme yönelen toplumlarda bile aşılamadığını, yalnızca farklı bir işlev kazandığını göstermektedir. Sendikalar sorununun Ekim Devrimi’nin hemen ardından önemli bir tartışmaya konu olması bu açıdan rastlantı değildir. Başta Lenin olmak üzere Bolşevik Partisi’nin önemli kadrolarının (Troçki, Buharin vb.) bu tartışmada taraf olduklarını biliyoruz. Bu, sendikaların önemi kadar onların tarihsel dayanıklılığına da bir göstergedir. İşçi sınıfı sınıf olarak var olduğu sürece sendikalar bir örgütlenme biçimi olarak önemini ve işlevini yitirmez. Önemleri, konumları ve işlevleri koşullara göre değişebilir, ama varlıkları sürer.
Sendikalar milliyet, dil, din, politik ve ideolojik görüş farklılıkları gözetmeksizin işçilerin kolayca bir araya gelebildikleri sınıf örgütleridir. Konum ve işlev bakımından sendikaların doğası bunu olanaklı kılmaktadır. Sendikalar doğal işlevleri yönünden işçilerin birleşme, örgütlenme ve emeğin korunması sınırlarında mücadele örgütleridir. Sendikalar birleşme ve örgütlenme işlevini her halükârda yerine getirirler. Metal Fırtına’da onbinlerce işçinin birlikte harekete geçmesini kolaylaştıran, Türk Metal çatısı altında birleşmiş olmalarıdır. Bunun ne tür bir birlik ve ne düzeyde bir örgütlülük olduğu daha farklı bir sorundur. Sendikalar en geri, en ilkel biçimiyle bile işçiler için birleşme ve örgütlenme merkezleridir. Bunu anlamayan sendikalardan bir şey anlamamış demektir. Lenin’in sol komünistlerle polemiğinde, işçi kitlelerini bünyelerinde toplayan örgütler oldukları sürece en gerici sendikalarda bile çalışmalıyız, çalışmak zorundayız vurgusu üzerine gereğince düşünmemiş demektir. En geri biçimiyle de olsa birleşme ve örgütlenme merkezi olmak özelliği sendikaların doğasında var. Halen sendikaların mücadele örgütleri olmaktan çıkarılmış olması olgusu, bir kısım yoldaş tarafından sık sık dile getiriliyor. Bu bir gerçektir, fakat esaslı bir yenilik taşımamaktadır. Sendikal hareketin tüm tarihiyle bağlantılı sıkça rastlanan bir olgudur bu. Fakat bu olgudan hareketle sendikaları küçümsemek ya da onların reddine varabilecek eğilimler sergilemek saçmadır.
Türkiye’de sendikal hareketin tarihi üzerine anlamlı hatırlatmalar yapıldı yoldaşlar tarafından. Türk-İş’in kuruluşunda devlet güdümü ve CIA mayası olduğunu biliyoruz. Türk-İş daha çıkışında açıkça CIA yönlendirmeli bir örgütlenmedir. Amerikan emperyalizminin Türkiye’de hayatın her alanına ve dolayısıyla sendikal alana müdahalesinin bir ürünüdür. Elbette sendikal çıkışlar bunun öncesine dayanmaktadır. 1946’da sendikal örgütlenme olanağı doğmuş göründüğünde, bunu büyük bir sendikalaşma furyası izledi. Başını büyük ölçüde ilericiler, sosyalistler, daha somut söylemek gerekirse, dönemin TKP kadroları ya da sempatizanları çekiyordu. Bu patlamayı gören rejim ürktü ve çok kısa zamanda sendikalara yasak getirdi. ‘50’lerden itibaren Türk-İş’i açığa çıkaran süreçte ise açık bir devlet güdümü ve CIA müdahalesi var, yinelemiş oluyorum.
Fakat bu ülkede aynı zamanda ‘60’lı yılların o büyük sosyal uyanışı, bu uyanış içinde işçi sınıfının bu cendereden kurtuluş çabası ve bunda sağladığı ilerleme var. Grevli toplusözleşmeli sendika hakkının böyle kazanıldığını biliyoruz. DİSK’in bu mücadelelerin ürünü olarak ortaya çıktığını biliyoruz. Türk-İş bünyesinde kopmayla oluşan DİSK, Türkiye’deki genel sosyal uyanışın ve solun toplumsal düzeyde güçlenmesinin dolaysız bir ürünü oldu. ‘60’lı yıllarda işçilerin yakıcı istemleri, bunlar uğruna kararlı mücadeleleri var. İşçilerde büyüyen bu mücadele potansiyeline DİSK’i oluşturan sendikalar iyi kötü bir uyum sağlıyorlar. Bundan güç aldıkları gibi buna güç de katıyorlar. Solda tarihinde ilk kez olarak kitleselleşmenin, toplumsal temel edinmenin, toplumun gündemine girmenin başlangıcı olduğu için, ilerici sendikal hareketin sınırları ve sınırlılığı henüz fazlaca göz batmıyor. Bunu tam da 15-16 Haziran işçi başkaldırısı en görünür biçimde açığa çıkarıyor. DİSK’i savunmak üzere patlak veren bu büyük işçi eylemi karşısındaki tutumları DİSK’in yönetiminin sınırlarını da açıklıkla ortaya koyuyor.
‘70’li yıllarda dönemin ilerici sendikaları, emeğin korunması kapsamındaki bir mücadeleyi iyi kötü yürütüyorlardı. Buna rağmen dönemin devrimcilerinin onları reformist bir çizgi izlemekle eleştirmelerinin nedeni, emeğin korunması mücadelesini düzenin temellerine karşı bir mücadeleye, tutarlı bir devrim mücadelesine bağlamadıkları içindi. DİSK’e bağlı sendikaların hiç değilse bir kısmı samimiyetle işçilere kapitalizmi aşan bir bilinç vermeye de çalışıyorlardı. Eğitim kamplarında buna yönelik öncü işçi eğitimleri vardı, yararlı propaganda broşürleri vardı. Sendika uzmanları buna göre seçiliyor, sendika dergileri buna uygun bir içerik taşıyordu. Bu türden sendikalar, kendilerini kapitalizme ve emperyalizme karşı görüyor, devrimci ya da sosyalist sayıyorlardı. Tartışma ve eleştiri, gerçek ya da tutarlı devrimci konum üzerineydi. Temelsiz bir tartışma da değildi bu, bir mantığı vardı.
Buradaki asıl vurgum, bugün ile bir kıyaslama içindir. Emeğin korunması kapsamındaki istemleri, dönemin ilerici sol sendikaları belli bir biçimde savunuyor, buna dayalı mücadeleyi iyi kötü yürütüyorlardı, demek içindir. ‘70’li yılların ikinci yarısı, bu açıdan tarihimizdeki özel ve nispeten ileri bir evredir. Bugün yazık ki bundan bir iz göremiyoruz. Bugünün DİSK bürokratları, durgun ve kısır bir dönemde sınıf hareketinin önünde pekâlâ yeni ufuklar açabilecek haklı ve güçlü bir işçi eylemini, Greif Direnişi’ni, daha ilk günden itibaren hasmane bir tutumla karşılayabiliyorlar. Buna DİSK bünyesinde devrimcilik iddiası taşıyan sendika yönetimleri de dahil. Bu nereden nereye gelindiğinin veciz bir göstergesidir.
‘80’li yıllar, askeri faşist darbeyle birlikte, kapsamlı bir eziliş dönemidir. Bunun etki ve sonuçlarını biliyoruz. Bu eziliş, asıl ve dolaysız sonuçlarını, tam da ‘90’lı ilk yıllardan itibaren vermeye başladı. Bu tarih, Türkiye’deki yenilginin üstüne bir de dünyadaki yıkılışın bindiği bir tarih olduğu için, özellikle önemli bir dönüm noktasını işaretlemektedir. İçerdeki yenilgiyi izleyen ve tamamlayan dışardaki yıkılışın işçi sınıfı hareketi, ama özellikle de sendikal hareket üzerindeki tahribatı ağır oldu.
O dönemin DİSK Genel Başkanlarından Rıdvan Budak’ın tam da bu görevdeyken özelleştirme saldırısı konusundaki tutumu, bir bakıma yaşanan tahribatın da özeti gibidir. Bu tescilli hain, özelleştirme politikalarını cepheden savunmakla kalmıyor, daha bir de kamu işletmelerinin onları en iyi işletecek girişimcilere karşılıksız devredilmesi gerektiğini söyleyebiliyordu. ‘90’lı yıllarda mayasını işte bu yaklaşımdan alan bir sendikacılık var. ‘90’lı yılların sonunda BMİS bünyesinde “sanayi barışı” adı altın sınıf işbirliği çizgisi teorize ediliyor ve savunuluyordu. Uzlaşmadan öteye tümüyle teslimiyetçi ve sınıf işbirlikçisi bu yeni sözde sol sendikacılık anlayışı, dünya sol hareketinde yaşanan o büyük tarihi kırılmadan ayrı bir şey değildi. Türkiye’deki yenilginin üstüne bir de dünyadaki yenilgi binince, devrimden ve sosyalizmden kaçış kendini sendikal hareket bünyesinde böyle gösterdi.
Ama ‘90’lı ilk yıllarda gene de Türkiye’de hala birtakım dinamikler vardı. Her şeye rağmen hala etkin bir devrimci hareket vardı, işçi sınıfının özellikle özelleştirmelere karşı olmak üzere bir direnç alanı vardı. Bunların basıncı altında hiç değilse alt kademe sendika bürokratları bir süre için farklı bir şeyler yapmaya çalıştılar. Fakat bunun da üstelik çoktan sonuna gelindi. İfade uygunsa, işçi sınıfının reform istemleri uğruna mücadele veren bir sendikacılık bile yıllardan beridir artık yok Türkiye’de.
Bazıları bunu yapar görünüyor. En tipik örneği yine BMİS’tir. Mücadeleci görünür ama sonuçta Türk Metal ile aynı anlaşmaya imza atar. Sözde kurnazlık ikiyüzlülükle iç içedir burada. BMİS’in her şeye rağmen bir dönem farklı bir söylemi ve nispeten farklı bir tutumu vardı. Kimi reformist sol partilere mensup bazı kadroları vardı. Ama bugün artık bu sendikanın başında profesyonel bir çıkar grubu var. Hiçbir davaları, hiçbir siyasal hedefleri yok. Sendikalarda biriken fonların denetçileri bunlar. Bu fonlar nasıl kullanılıyor, çok bilinmiyor. Ama mücadelenin amaç ve ihtiyaçları için kullanılmadığı çok iyi biliniyor. ‘70’li yıllarda ikide bir grev olurdu ve yüzlerce, binlerce işçiye sendika kasasından ödeme yapmak gerekirdi. Bugün neredeyse hiç grev yapılmıyor, çok nadiren yapıldığı zaman da çok az ödeme yapılıyor ve bir an önce bu grevlerin bitirilmesine bakılıyor. Gelinen yerde artık fiilen grev de yok. Bu sendikaların kendi altında destekçi bir yalaka tabaka yaratabilmesinin gerisinde, bu fonların onlara yönelik olarak da yozlaştırıcı bir tarzda kullanılması var muhtemelen. Buna daha yakından bakmak gerekir.
Aidatlar azaltılmalıdır tartışması üzerinde de durmak gerekir. Bence bunun yerine fonlar işçiler tarafından denetlenmelidir talebi ileri sürülmelidir. Zira sendika fonları işçi hareketinin mücadele ve örgütlenme ihtiyaçları için gerekli ve önemli. Bu fonlar olmadan işçiyi soluklu bir direnişe götüremezsiniz. Fonların kullanımında şeffaflık ve taban denetimi istemeliyiz. İşçi sayısı belli, işçi aidatı belli, buradan denetim talep etmeliyiz. Anlamlı olan budur, talep böyle formüle edilmelidir. İşçi sendikasının fonuna katkıda bulunmalıdır, bunsuz sendikal hareket olmaz.
Partimizin Kuruluş Kongresi’nde ortaya konulan önemli bir temel fikir de, sendikal bürokrasinin sınıf hareketi içinde oynadığı siyasal role ilişkindir. Yani sendikal bürokrasi basitçe ve yalnızca işçi sınıfının ücret mücadelelerini ucuza satan ya da kapatan bir yapı değildir. Bu işin gerçekte tali yanıdır. Daha önemli olanı, bu kastın mensuplarının sermayenin işçi sınıfı içindeki siyasal uzantıları olmalarıdır. Bunların düzen adına işçi sınıfını ideolojik ve örgütsel denetim altında tutmalarıdır. İşçi sınıfına devrimci bilinç, örgütlenme ve eylem pratiği kazandırılması karşısında hepsinin gerici bir duvara dönüşmesidir. Asıl rollerini sendikal açıdan değil, siyasal açıdan oynuyorlar, bunu önemle gözönünde bulundurmak gerekir.
Dinci-faşist AKP iktidarı herşeye olduğu gibi sendikal alana da yeni bir müdahale ve ilişki tarzı getiriyor. İlkin, kendi sendikalarıyla işçi sınıfı hareketini kuşatıp ele geçirmeye bakıyor. İkinci olarak, yeni yasalarla sendikalara dolaysız biçimde müdahale etmenin yolunu açıyor. Nasıl ki belediye başkanlarını görevden alıyorsa, sendika yönetimlerini de ihtiyaç üzerine görevden alma yolunu gitmek gibi. Sınıfı tümüyle kuşatmak ve denetim altında tutmak istiyorlar.
Sermaye sınıfı, sermaye devleti, düzen partileri ve her renkten sendika bürokrasisi... Dışardan işçi sınıfının içine uzanan ve onu her açıdan denetim altında tutmaya çalışan bir kuşatıcı zincir bu. Sermaye sınıfı tümümün arkasında duruyor. Devlet bu işte aktif taraf, özellikle AKP dönemiyle birlikte bu artık çok doğrudan yapıyor. Düzen partilerinin her biri bunu kendi cephesinden yapıyorlar. CHP, AKP, MHP vb., her biri bunu kendi konumu üzerinden ve kendi tarzında yapıyor. Sahte sol söylem, dincilik, şoven milliyetçilik vb. ideolojilerle aynı ortak sonuç elde ediliyor, işçi sınıfı düzen sınırları içinde ve denetim altında tutuluyor. Ve değişik renklerden sendika bürokratları da bunların sınıf hareketi bünyesindeki dolaysız uzantıları oluyorlar. Nitekim belli bir yerden sonra hedefleri rengini taşıdıkları parti üzerinden parlamentoya kapağı atmak oluyor. Hizmetlerinin karşılığını bir de buradan almak istiyorlar. İster Hak-İş başkanı ol, ister Türk-İş başkanı ol, isterse DİSK başkanı, fark etmez. Birbirini izleyen DİSK başkanlarını alalım. Rıdvan Budak, Süleyman Çelebi ve son olarak da Kani Beko, tümü de sırası geldiğinde kapağı parlamentoya attılar. Bunlar burjuva politik akımların sınıf içindeki uzantılarıdır. Asli misyonları işçi sınıfını düzen adına denetim altında tutmaktır.
Avrupa’da bir dönem sosyal-demokrat sendikalar işçilerin ekonomik ve sosyal hakları için iyi kötü mücadeleler veriyorlardı. Fakat bu onların sermayenin işçi sınıfı içindeki uzantıları olduğu gerçeğini hiç de ortadan kaldırmıyordu. Sermaye sınıfı o tarihsel dönemde, ki kapitalist ekonominin genişleme dönemiydi, bu tavizleri verebilecek durumdaydı. “Sosyal devlet” ve dolayısıyla “sosyal barış” bunun ideolojik motifiydi. Sendikalar, işçi sınıfının kazanımlarını tek tek patronlar karşısında savunuyor görünüyorlar ama gerçekte aynı rolü oynuyorlardı. Bugün ise işçinin ekmek mücadelesini bile vermeden bu aynı rolü oynuyorlar.
Bunun karşısında sendikal cephede sınıf devrimciliğinin perspektifi ne olmalıdır? Yanıtı programımızda var; emeğin korunması mücadelesini toplumsal devrim mücadelesine bağlamaktır. İlkesel farkımız budur. Bizim asli kaygımız sözüm ona tutarlı sendikacılar olmak ve böylece işçi sınıfının hak mücadelesini kendi sınırları içinde başarıya ulaştırmak değildir. Biz elbette bunu yaparız, emeğin korunması mücadelesini tutarlılıkla yürütür, böylece işçi sınıfını fiziki ve manevi çürümeden korumaya çalışırız. Ama bunu da şaşmaz biçimde sosyal devrim mücadelesi hedeflerine bağlamaya bakarız. Bunu yapmadığımızda, en iyi durumda Avrupa’daki kapitalist genişleme döneminin sosyal-demokrat sendikacılarıyla aynı konuma düşeriz.
Dolayısıyla sınıfın ya da mücadelenin kazanımlarını, başarı mıdır başarısızlık mıdır diye tartışırken, bunu kendi açımızdan tartışacağız. Müdahalemizdeki başarıyı tartışacağız, sendikanın aldığı birtakım hakları değil. Farklı kategoriler bunlar. Bazen elde edilen kazanımlar sınıfı düzene bağlamanın etkili araçlarına da dönüşebilir pekala. Buradan bakabilmeliyiz soruna.
İa: Komisyon olarak, “Sınıf mücadelesi ve TİS süreçleri” alt gündemine geçmeden önce bir iki noktayı belirtmek istiyoruz. Sendikalar ve sendikal bürokrasiye karşı mücadele tartışmaları üzerinden, arada Ch yoldaşın birtakım hatırlatmalarından da hareketle kimi başlıklar çıkartmış olduk. Sınıf komisyonu olarak, yaptığımız tartışmaları başlıklar olarak özetlemenin yararlı olacağını düşünüyoruz.
Güncel çalışmada sendikal mücadele alanında karşımıza çıkan sorun alanlarının nesnel zemini, Ch yoldaşın da konuşmasında vurguladığı nokta. Sendikalar bugün var olduğu kadarıyla emeğin korunması mücadelesi kapsamında yapabileceklerini en sınırlı haliyle dahi yapmıyorlar. Bu, bugün için çok temel bir yerde duruyor. Yoldaş ‘70’li yıllar örneğini verdi, ‘70’li yıllar ile bugünü kıyaslayan birtakım tanımlamalar yaptı. Bugün sıradan bir servis sorununa bile müdahil olmayan sendikalar gerçeğiyle karşı karşıyayız. Sendikaların bu tablosu, devrimci partinin asli misyonu olan sınıfa siyasal müdahale ve bilinç taşıma görevlerine ek yükler getiriyor. Devrimci siyasal çalışma sendikal mücadele alanının boş bıraktığı alanı da doldurmak, üstlenmek zorunda kalıyor. Ya da bu zeminde de daha güçlü bir müdahale gerçekleştirebilmek gibi bir sorumlulukla yüz yüzeyiz. ‘70’lerde de böyleydi elbette. Sendikalar, sendikal bürokrasi emeğin korunması ekseninde daha güçlü süreçler işletse de, biz yine aynı kapsamda müdahalelerimizi gerçekleştirirdik. Fakat bugünkü tablo ve görevler çok daha ağır, çok daha boyutlu. Bu durum, yüklenen ek sorumluluklar, siyasal çalışmamızın ve kimi sorun alanlarımızın nesnel zemini durumunda.
Başlıklardan bir diğeri, sendikalar içinde çalışmanın, buralarda mevzi tutmanın koşulları var mıdır, yok mudur sorusu. Bunun cevabı hem tartışmalardan hem de Ch yoldaşın ifade ettikleri üzerinden açıklık kazandı. Bu soru ve yapılan vurgular, bugünün zorlu koşullarında bununla nasıl baş edeceğiz, neler yapılabilir kapsamındaydı. Evet bugün koşullar daha zor. Ancak bu koşulları değiştirebilecek zeminleri yaratmamız, bu konuda daha güçlü bir irade ortaya koyabilmemiz gerekiyor. Daha uzun erimli düşünebilmemiz gerekiyor. Yersiz bir biçimde bir an önce adım atma tavrıyla değil de, sınıfın mücadele dinamiklerinin biriktirilmesi üzerinden de düşünmemiz, adımlarımızı buna uygun atabilmemiz gerekiyor. Sınıf dinamiklerinin biriktirilmesini nitelikli bir zemine kavuşturmamız gerekiyor. Nitelik konusu sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarına yanıt üretebilmek noktasında önemli bir yerde duruyor. Siyasal müdahalemiz bu kapsamıyla da çok önemli.
Tartışmalar içinde öne çıkan bir başka özel konu var. Sendikalarda birtakım ilerici unsurlar var. Dayanak noktası olabilecek sendikacılar, sendika uzmanları var. Birtakım olanaklar, mücadele dinamikleri var. Bunlara dair yaklaşım sorunu var. Nasıl davranacağız? Kendimizi bunlar karşısında nasıl konumlandıracağız? Bunlara dair tutumumuz ne olacak? Tartışmaların içinde birçok yönüyle ifade edildi. Temel perspektifler vurgulandı. Sonuçta bu dinamiklerin olumlu, ileriye dönük yanlarından tutabilmemiz gerekiyor. Onların daha mücadeleci damarlarından, sınıf mücadelesine katkıları ekseninde tutmaya çalışacağız. Engelleyici, gerici yanlarını ise sürekli bir mücadelenin konusu haline getireceğiz.
Bunu bütünleyecek bir yön olarak, mücadele içinde bu dinamikleri temelde bir anlayışa kazanma çabasını esas almalıyız. Bu devrimci sınıf mücadelesi bakışına kazanma çabasıdır. Bu ise sürekliliği içinde ideolojik-politik mücadele üzerinden olabilir. Bunları yinelemiş oldum. Aslında sizin nitelikli bir birikim yaratma çabanız varsa, sendikal bürokrasiye karşı mücadele ekseninde de siyasal mücadele esastır. Bunu temel bir yön olarak işleyebilmemiz gerekir.
Yine yoldaşın vurguladığı yerden, şunu yeniden ifade etmenin önemli olduğun düşünüyoruz. Sermaye düzeninin temel dayanaklarından birini sendika bürokrasisi olarak tanımlıyorsak, ona karşı mücadelenin temel yanı politik mücadele olabilmelidir. Güçlü bir politik mücadele yürütmek ve pratiğini her yönüyle mahkûm edebilmek gerekir.
Sendikal bürokrasiye karşı en etkili mücadele yöntemi ise, Greif şahsında ortaya çıkan pratiğimizdir. Sendikal bürokraside gedik açabilmek, kendi zemininde ve bütünlüğü içinde -taban demokrasisi, taban inisiyatifi, sendikal örgütlülüğü fabrikanın içine taşımak vb.- somut örnekler yaratabilmek çabasıdır. Sınıfın birleşik mücadelesini yaratabilme çabası üzerinden de ifade ettiğimiz bir yöndür bu. Bunun fabrika merkezli mevzi yaratma çabamız ile bütünlüğünü kurabilmemiz, bu çabamızı güçlendirebilmemiz gerekiyor.
Son bir vurgu. Sendikal bürokrasinin gücü nedir? Bu kadar güçlü olabilmesinin nesnel zemini, sınıfın hareket kabiliyetinin olabildiğince dar olmasıdır. Bu darlığı bir parça aşabildiğimizde bu kabuk da kırılmaya başlayacaktır. Metal Fırtınada gördüğümüz bu olmuştur. Greif gibi güçlü bir direniş karşısında her renkten sendikal bürokrasi düşmanca tutum alıyor. Küçük hareketlenmelerde bile bastıkları zeminin zayıf olduğunu bilerek tedirgin oluyorlar.
Bu kapsamda söyleyebileceklerimiz özet olarak bunlar.