Bugünün Türkiye’sine güncel durum ve düzenin iç politik tablosu üzerinden baktığımızda karşımıza üç önemli sorun çıkmaktadır. Sırasıyla ekonomik kriz, rejim krizinde son durum ve Kürt sorunu. Bu üç sorunu birleştiren bir de ortak payda var; ABD ile ilişkilerde yeni düzeyde uyumlu bir safhaya geçiş. Son ikisi için bu bağlantı daha açık, ilki içinse IMF ile ilişkiler üzerinden nispeten dolaylıdır.
Ekonomik kriz ve kapsamlı saldırı hazırlığı
Sözü edilen üç sorundan en önemlisi doğal olarak ekonomik krizdir. Kapitalist dünya ekonomisine ilişkin yeni veriler, krizin muhtemel seyrine ilişkin tüm iyimser beklentileri boşa çıkarmış bulununuyor. Emperyalist merkezlerde peşpeşe alınan tüm önlemlere rağmen krizin şiddeti günden güne artmaktadır. Buna bağlı olarak mevcut krizin bir genel çöküntüyle sonuçlanabileceğine ilişkin korkular da büyümektedir. Burjuva hükümetlerin artık krizin ekonomik sonuçlarından çok muhtemel sosyal ve siyasal sonuçlarıyla ilgilendikleri, çare ve tedbirlerini de öncelikle buna göre düşündükleri, gelinen yerde düzen kalemleri tarafından bile itiraf edilmektedir. Bunlardan bazıları, dün teröre karşı alınmış gibi sunulan bir dizi siyasal, kurumsal ve yasal önlemin gerçekte bugünlere bir hazırlık amacı taşıdığını da söylemektedirler. Bu, devrimcilerin yıllardır ileri sürdükleri temel önemde bir düşüncenin, neoliberal saldırılara sistemli biçimde polis devletine geçişin eşlik ettiği ve bunun da geleceğin sosyal patlamalarına bugünden bir hazırlık olduğu gerçeğinin, yine düzen cephesinden itirafı anlamına gelmektedir.
Kriz Türkiye’de de yıkıcı ilk sonuçlarıyla birlikte derinleşmektedir. Sanayi üretimi, açıklanan son verilere ve bizzat sermaye çevrelerinin kendi ifadelerine göre, “çöküntü halinde”dir. Bunun bir yansıması olarak özellikle işsizlik sürekli büyümektedir. Buna karşılık, üstelik başından itibaren Türkiye’den çöküntüyü en şiddetli yaşayacak ülkelerden biri olarak sözedilip durulduğu halde, oluşmakta olan faturayı basitçe işçi sınıfına ve emekçilere ödetmek dışında, ülkeyi yönetenlerin kriz karşısında halen yapabildiği bir şey de yoktur. Halihazırda Türkiye ekonomisine belirsizlik içinde bir sürüklenme hali egemendir.
Kaygılı bir bekleyiş içindeki büyük sermaye çevrelerinin tüm umudu yeni bir IMF antlaşmasıdır. Hükümet ise bunun için seçim sonrasını beklemektedir. Yeni bir IMF anlaşması haliyle kapsamlı ve sistemli yeni bir sosyal yıkım saldırısı demektir. IMF anlaşması olsun ya da olmasın seçimlerin hemen ardından yapılacak olan da zaten budur.
Seçim gündeminin kriz gündemini karartmasına izin vermemek ve bizzat seçimlerin kendisini de krize karşı etkili bir mücadele hattı geliştirmenin bir olanağı olarak kullanmak, bu bakımdan apayrı bir önem taşımakta idi. Fakat parlamenter heveslerle sersemlemiş durumdaki reformist sol bu temel önemde gerçeğe gözlerini kapattı ve buna ilişkin görevleri geri plana itti. Devrimci-demokrat çevrelerin bir kısmını da ardından sürükleyerek düzenin seçim oyununun figüranı olma yolunu tuttu. Yazık ki halen çok değerli bir zaman dilimi ve zaten son derece sınırlı olan olanaklar “halkçı belediyecilik” liberal gevezeliği ekseninde heba edilmektedir.
Seçimlerin hemen sonrasında saldırının yeni bir IMF antlaşması ile gündeme geleceği hemen hemen kesinleşmiş sayılır. Türkiye-ABD ilişkilerindeki son gelişmeler bunu gösteriyor. ABD Dışişleri Bakanı’ının Türkiye ziyaretinin hemen ardından IMF ile diyologun yeniden kurulması ve anlaşmazlık konularındaki hızlı yumuşama da bunun göstergesidir. Bu, gündemdeki yeni IMF antlaşması ile ABD’ye eksenli Türk dış politikası arasındaki ilişkiyi ortaya koymaktadır. Bunun anlamını öteki iki sorunla bağlantılı olarak daha somut olarak göreceğiz.
Devletin zirvesindeki “mükemmel uyum”un anlamı
İkinci önemli soruna, rejim krizinin güncel tablosuna geçelim. Bu alanda halen yeni bir temelde kurulmuş geçici bir denge durumu egemendir. Bu da esası yönünden ABD müdahalesinin bir ürünüdür. Nitekim sonuçları itibariyle de herkesten çok ona yaramıştır. Ergenekon Operasyonu’nuyla birlikte (buna yoluyla da denebilir) ABD rejim içi didişmeye adeta el koymuş, süreci rejim bünyesinde kendisi için sorun oluşturan öğeleri etkisizleştirme ve itibarsızlaştırma çizgisine çekmiştir. Gelinen yerde bunda bir hayli de başarılı olmuştur. Sürecin bu yeni seyri, ABD’ye hizmette ve uyumda kusur göstermeyen AKP’yi rahatlatmış ve siyaseten güçlendirmiş, orduyu ise hem rejimin iç işleyişi bakımından hizaya sokmuş ve hem de bünyesindeki çatlak sesleri etkisizleştirerek, böylece onu ABD ile ilişkilerde daha rahat bir konuma kavuşturmuştur.
Sonuç olarak rejime ilişkin sorunlar önemini yitirmemiş olsa bile şimdilik geri plana düşmüş, iç ve dış politikanın bir dizi temel sorununda dinci hükümet ile laik ordu Amerikancı çizgide buluşmuştur. Abdullah Gül’ün şu günlerdeki “devletin zirvesinde mükemmel bir uyum var” açıklaması, ABD müdahelesi ile elde edilen bu durumun en üst düzeyden bir dile getirilişidir. Bu açıklamanın ABD hesabına yapılan Tahran gezisi esnasında ve “Kürt sorununda güzel gelişmeler olacak” açıklaması ile eşliğinde yapılmış olması ise ayrıca anlamlı ve açıklayıcıdır.
Bölgesel politikalarıyla tam uyumlu bir Türkiye için Amerikan emperyalizmi iç siyasal yaşama bu müdahaleyi yapmak zorundaydı. AKP hükümeti yönünden bu uyumda zaten herhangi bir sorun yoktu. Sorun aşırı şoven bir çizgide sözde “ulusalcı” muhalefete soyunan burjuva gerici odaklar ile onların ordu bünyesindeki yankısından çıkmakta idi. Kürt sorunu, Güney Kürdistan sorunu, Kıbrıs sorunu ve Ermenistan sorunu gibi “milli” sorunlarda kudurganlık ölçüsünde şoven bir çizgide hareket eden bu güçler, bu sorunlarla sınırlı olmak üzere ABD’ye karşı da çatlak sesler çıkarıyor ve yarattıkları etki ölçüsünde ordunun bu sorunlarda Amerikan çizgisine uyumunu zora sokuyorlardı. Ergenekon Operasyonu ile etkisizleştirilip itirbarsızlaştırılmaları bu engeli kaldırdı ve ordunun tüm bu sorunlardaki Amerikan politikalarıyla uyumunu kolaylaştırdı. Böylece Abdullah Gül’ün müjdelediği “mükemmel uyum”a ulaşılmış oldu.
ABD’nin Irak ve Ortadoğu politikalarına uyumda temel önemde bir pürüz Güney Kürdistan sorunu idi. 5 Kasım Washington mutabakatını izleyen gelişmelerle birlikte bu sorun artık esası yönünden geride kalmış sayılır. Türkiye Güney Kürdistan federe devletini sineye çekmeyi kabul etmiş, fakat karşılığında alacaklarını da fazlasıyla almıştır. En kısa biçimiyle söylemek gerekirse, Güney Kürdistan federe devleti artık ABD hesabına olmak üzere Türkiye’nin bölgesel vesayeti altında bir alt oluşumdur. Dünün ihtilaflı tarafları, Türk burjuva gericiliği ile Güney Kürtlerine egemen burjuva-feodal gericilik, Amerikancı bir çizgide aynı safa girmişlerdir. Ortak efendi olarak ABD onlara bu çizgiyi dayatmış ve sonuçta kabul ettirmiştir.
Bir süredir benzer bir çözüm Ermenistan’la ilişkilerde denenmektedir. Bu alandaki sorunların çözümü, Amerikan emperyalizmi için, Kafkasya’ya hakim olmak, bu bölgedeki enerji kaynaklarını ve yollarını denetim altında tutmak ve Rusya’yı kuşatmak politikası bakımından büyük önem taşımaktadır. Bunun için de öncelikle Türkiye ile Ermenistan’ı aynı çizgide buluşturmak gerekmektedir. Fakat gerek Rusya’nın buna direnme imkanları, gerek Azerbaycan-Ermenistan ihtilafı ve gerekse Türk gericiliğinin Ermeni sorununun tarihsel yükünden gelen büyük açmazları nedeniyle, bu alanda sonuca ulaşmak Güney Kürdistan sorunundaki kadar kolay olmayacaktır. Yine de devletin zirvesinde bu sorunda da artık Amerikancı çizgide bir uyuma ulaşılmış olması Amerikan emperyalizmi payına bir başka önemli başarıdır.
Fakat ABD için gelinen yerde asıl ve öncelikli sorun Afganistan’dır. Bush yönetiminin izlediği dünya politikasının merkezinde Irak yer almıştı. Tüm belirtiler ve daha seçim kampanyasından itibaren bizzat kendi açık beyanları, Obama yönetimi için bunun Afganistan olacağını gösteriyor. Afganistan ise halen bir bataktır; ABD ve bütün olarak NATO için. Pakistan’daki son gelişmeler işleri daha da karmaşık ve içinden çıkılmaz hale getirmiştir. ABD’nin iç Asya’nın Türki cumhuriyetlerinde peşpeşe mevziler yitirmesi de tüm bunlara tuz biber olmaktadır.
Obama yönetimi kendine bütün bu gidişatı tersine çevirme misyonu yüklemiştir ve bu hedef doğrultusunda Türkiye’ye de kendi hesabına apayrı bir misyon biçmektedir. Türkiye’ye şu sıralar gösterilen yoğun ve yakın ilginin gerisinde bu var. Bayan Clinton’un ziyaretinin hemen ardından beklenmedik biçimde gündeme getirilen Obama ziyaretinin sebebi hikmeti de budur. Türkiye’den beklenen ise öncelikle ABD ve NATO hesabına savaşmak üzere bölgeye yeni askeri güç göndermektir.
Aynı talep geçen yıl şu sıralar yine gündemdeydi. Talebin gündeme getirildiği günlerde bir yandan Ergenekon operasyonu genişliyor, öte yandan AKP’yi kapatma davası açılıyordu. Yani rejim içi çatışma tırmanıyordu. Böylesi bir ortamda AKP hükümeti ABD talebini açıkça desteklemiş, fakat dönemin Genelkurmay başkanı da ordu adına aynı açıklıkla bu isteme karşı çıkmıştı. Türkiye kendi içinde terörle boğuşurken kimse ondan bir başka yerdeki teröre karşı mücadele için askeri destek beklememelidir mealinde sözler sarfetmişti.
Aradan geçen bir yıl içinde bu konuda çok şey değişti. ABD’nin Türkiye’nin iç siyasal yaşamına Ergenekon Operasyonu üzerinden müdahalesi bu konuda da gerekli sonuçları yarattı. Hükümet ile ordunun Afganistan konusunda da Amerikancı çizgide bir uyuma ulaşmış olmaları bunun ifadesidir.
Fakat yine de eski Genelkurmay başkanının zamanında ettiği sözler boşuna olmamıştır. ABD Türkiye’nin kendi içindeki “terör”ün altedilmesinde gerekli desteği verdiği içindir ki, karşılığında şimdi Afganistan’da onun hesabına savaşacak asker desteği istemekte ve alacak gibi de görünmektedir.
Bu bizi Türkiye’nin gündemindeki üçüncü önemli soruna, Kürt sorununun güncel durumuna getirmektedir.
ABD’nin Kürt politikası uygulama safhasında
Kürt sorununda güncel durumun en önemli yönü, ABD’nin öteden beri telkin edip durduğu Kürt politikasının bir ucundan başlayarak artık resmen uygulamaya konmasıdır. TRT Şeş adımı ve kamuoyu önünden sözü edilen öteki açılım hazırlıkları bunun ifadesidir. Bunların zamanlaması, yani yerel seçim sürecinde gündeme getirilmeleri, kuşkusuz özel niyet ve hesaplarla bağlantılıdır. Fakat uygulamaların kendisi bundan öteyedir ve daha temelli bir yönelimin göstergesidir. Devletin zirvesinde ortak bir mutabakata varılmaksızın bir ucundan da olsa Kürt diline kamusal alanda alan açmak hiçbir hükümetin özel harcı olamazdı.
Kürt sorunudaki bu yeni açılımın anlamı ve sınırları da yine Abdullah Gül tarafından Tahran yolunda açıklanmıştır. “Kürt sorununda güzel gelişmeler olacak” müjdesine kendisinin getirdiği açıklık, kendisine en yakın konumdaki bir gazeteci tarafından şöyle aktarılmaktadır: “O sözlerimin anlamı, bugünden yarına sorun çözücü yeni projelerin birbiri ardına gündeme taşınması değil elbette; bu bir süreç ve bu süreçte adımlar atıla atıla, geriye dönüp baktığımızda 'bizim böyle bir sorunumuz mu vardı?' diye kendi kendimize hayret edeceğimiz günler gelecek.”
Sorunun çözümüne bakışın çerçevesi ve sınırları eğer gerçekten buysa, Türk gericiliği payına sonuç bir kez daha hüsran olacak demektir. Fakat bu, tutulan bu yeni yolun önemini yine de azaltmıyor.
Uygulanmakta olan ABD’nin Kürt politikasıdır ve bu Güney Kürdistan’la girilen yeni ilişkilerin içe yansımasıdır. Güney Kürdistan’a ilişkin “kırmızı çizgileri”ni bir yana bırakmaya razı olanların bunu Türkiye’nin bünyesindeki Kürt sorununa ilişkin bazı adımlarla birleştirmeleri, mantıksal bir zorunluluk olduğu kadar politik bir gerekliliktir de aynı zamanda.
Yapılacak açılımların sınırları bellidir; resmi dili tartışma konusu yapmaksızın Kürt diline nispi bir kullanım alanı açmak ve bunu bazı kültürel hak kırıntıları ile birleştirmek. Bellidir diyoruz, zira bu gerçekte devletin daha ‘90’lı yılların ortalarında üzerinde mutabakata vardığı bir politikadır. Buna rağmen onu ABD’nin Kürt politikası olarak niteliyoruz, zira bunu daha o zamandan telkin edip duran da ABD idi.
Türk burjuva gericiliği yönünden bütün sorun bu politikanın gündeme getirilmesini silahlı Kürt hareketinin ezilmesine ve teslim alınmasına endekslemesiydi. Bunda sonuç alınamadığı ölçüde bu politika da beklemede kalıyordu. Ama İmralı teslimiyeti buna uygun koşulları tam on sene önce ve beklenmedik bir biçimde yaratmıştı. Üstelik Abdullah Öcalan İmralı savunmalarında sorunu tam da bu sınırlara çekerek, yani siyasal özgürlük ve eşitlik istemini bir bırakarak sorunu salt Kürt dili ve kültürü alanında belli iyileştirmelerde ibaret bir çerçevede tanımlayarak devletin işini alabildiğine kolaylaştırmıştı da. Fakat bilindiği gibi devlet bu denli kolay bir teslimiyetin rehavetine kapıldı ve bir kez daha deve kuşu misali davrandı. Böylece Kürt sorununu hiç değilse bir dönem için kontrol altına alabileceği tarihi bir fırsatı kaçırdı.
Şimdi aynı politikayı ABD’nin baskısı altında nihayet gündeme getiriyor. Oysa koşullar şimdi birçok bakımdan çok farklı. Artık Türkiye’nin sınırlarının dibinde federe bir Kürt devleti, Türkiye’nin sınırları içinde yeniden güç ve moral kazanmış politik bir Kürt hareketi ve dağlarında da gerilla gücü var. Ayrıca Kürt hareketi kendi öz dinamizmi ile Abdullah Öcalan’ın on yıl önce İmralı’da çizdiği sınırları çoktan aştı. Biçim olarak üniter devlet tartışılmasa da Kürt hareketinin şimdiki çizgisi bir tür bölgesel özerklik talebine dayalıdır. Bu koşullarda dil ve kültür alanında üstelik zamana yayılmış küçük adımlarla Türk devletinin herhangi bir sonuç almak şansı yoktur.
Bu şans yalnızca bu adımlar çerçevesinde de olsa PKK eksenli Kürt hareketiyle girilecek ilişkiler sayesinde elde edilebilir. Muhatap alınması koşuluyla Kürt hareketi istemlerini sınırlamaya, düzenle bu sınırlı temel üzerinde uzlaşmaya ve bütünleşmeye fazlasıyla hazırdır. Zira İmralı sonrasının bütün bir ruhu budur.
Oysa halen hiç değilse resmi söylemde bu tür bir muhatap almayı devlet katergorik olarak reddetmektedir. PKK’nin tek taraflı olarak ve koşulsuz biçimde silahsızlandırılması istenmekte ve bu konudaki tüm umutlar da ABD’ye ve Güney Kürdistan yönetimine bağlanmaktadır. Sürecin perde arkasını kuşkusuz bilmiyoruz, ama olayın genel görünümüne ve mantığına baktığımızda, ABD’nin ve Güney Kürdistan’ın buna gücü yeteceğini sanmıyoruz. Tek şans burjuva basınında şu günlerde birilerinin de işaret edip durduğu gibi bir kez daha Abdullah Öcalan’dır. Devlet perde arkasında Abdullah Öcalan’ı bir biçimde razı ederse Kürt hareketinde büyük sarsıntılar yaratacak beklenemdik gelişmeler olabilir. Aksi durumda devletin zamana yayılmış kültürel hak kırıntılarına dayalı politikası Kürt sorununu yatıştırmak bir yana yalnızca daha da uyarır. Kürt halkının özgür iradesini ve istemlerini hiçe sayarak, devletin ihsanı biçiminde küçük küçük adımlarla bu sorunu zaman içinde bitireceklerini sananlar yanıldıklarını görmekte fazlaca gecikmeyeceklerdir.
Yerel seçimler aynasında sol hareket
Gündemdeki yerel seçimler sol hareketimizin güncel tablosunu anlamak bakımından gerçekten büyük yararlar sağlamıştır. Bunlardan bazılarını en özet biçimiyle sıralayalım.
İlkin, sistemin toplu iflası anlamına gelen küresel kapitalist kriz sıradan insanın yaşamını dolaysız olarak etkileyen açık ve sarsıcı bir olgu iken, solun hemen tüm kesimleri de krizin patlak vermesinin ardından bunu böyle dile getirmişken, yalnızca bir rastlantı olarak bu aynı döneme denk gelen bir yerel seçim olayı, kriz gündeminin kolayca geri plana itilmesine neden olabilmiştir. Türkiye solunun yönsüz ufuksuz gündelik sürüklenişine bundan daha çarpıcı bir güncel gösterge olamaz.
Öte yandan, burjuva düzen koşulları altındaki her devrimci seçim çalışmasının olmazsa olmaz iki temel koşulu vardır. İlkin, seçimleri vesile ederek kurulu düzenin karşısına onu cepheden hedef alan ve mahkum eden açık bir devrimci programla çıkmak; ikinci olarak, bizzat seçimlerin kendisinden seçimlerin ve burjuva temsili kurumların açık ve etkili teşhiri için en iyi biçimde yararlanmak. “Birlikte Başarabiliriz Platformu” adı altında bir araya gelenler, genel olarak devrimci olmanın ve seçimlere devrimci bir konumda katılmanın, ondan devrimci amaçlarla yararlanmanın bu temel önemde, bu olmazsa olmak iki koşulundan tümüyle uzak kalmışlardır. Bu olgu, Platformu oluşturanların devrimci olmadıklarının, gündemlerinde devrim diye bir sorun bulunmadığının, kitlelerin bilinci devrimci stratejik amaçlar doğrultusunda geliştirmenin onları hiç de ilgilendirmediğinin en tam, ne dolaysız bir göstergesidir. Platformu oluşturanların seçim bildirgelerine, çalışmalarına ve söylemlerine yakından bakınız, klasik anlamda bir sosyal-demokrat akımlar toplamı görürsünüz. “Halkçı belediyecilik” gevezeliği ya da ilk bakışta devrimci bir tınısı olana “yerel yönetimlerin devrimci temeller üzerinde yeniden kurulması” iddiası, klasik sosyal demokrat söylemin, her biçimiyle “belediye sosyalizminin” günümüze taşınmasıdır. Üretim ve mülkiyet ilişkileri sorunu bir yana itilmiş, tüm söylem ve propaganda bölüşüm ilişkileri alanına hapsedilmiştir. Bu klasik anlamda dört dörtlük bir sosyal-demokrak kimlik, konum ve tutumdur. Yerel yönetimler sorununa bakış, gerçek konum ve kimliklerin yerli yerine oturtulması bakımından paha biçilmez önemdedir ve gündemdeki yerel seçim buna gerçekten iyi bir vesile olmuştur.
Üçüncü bir önemli nokta, Kürt hareketiyle ilişkilerin aydınlattığı gerçeklerdir. Bu ilişkilerde kuşkusuz bir yenilik yok, 2002 seçimlerinden beri tekrarlanmaktadır bu. Fakat sonu aynı hızla bir çözülme ve dağılma olsa da ilk bu seçimde bu denli geniş bir platform hızla kurulabilmiştir. Peki ne uğruna? Kürt hareketinin oy potansiyelinden yararlanarak seçim sahnesinde sözümona boy göstermek uğruna. Bu ağır bir yargı gibi görünebilir, ama Platformun kuruluşuna ve hemen ardından akibetine bakınız, durumun tam olarak bu olduğunu görürüsünüz. Devrimci olmak, hiç değilse düzene alternatif olmak iddiasındaki bir ittifakın ilkesel ve politik çerçevesinde anlaşanlar nasıl olur da salt aday tartışmaları üzerinden onu terketmek yoluna gidebilirler? İttifakın gerçek içeriği ve amacının ne olduğunu görmek için bu soruyu yalnızca sormak bile yeterlidir.
Öte yandan, Abdullah Öcalan’ın cilt cilt savunmalarıyla, PKK’nin yeniden kuruluşuyla ilan edilmiş resmi program ve stratejisiyle, izlemekte olduğu politikalarıyla ve buna eşlik eden söylemiyle, kitlelere yönelik olarak yürütüğü propagandanın somut ve açık içeriği ile, politik konumu ve platformu yeterince açık olan, bütün bunların ışığında kurulu düzeni esas alan sosyal-demokrat nitelikli bir ulusal akım olduğu konusunda herhangi bir kuşku bulunmayan bir hareket, bugünkü biçimiyle Kürt ulusal hareketi, nasıl olur da hala da tümü devrim ve sosyalizm iddiası taşıyan sol akımlar toplamı için birleştirici bir eksen görevi görebilir? Bugünün Türkiye’sinde işte bu olabilmektedir. Kürt halkıyla dostluk adına, batının işçileriyle doğu’nun ezilen halkını sözümona birleştirmek adına. Bu akımlar bunu Kürt halkının dostları derneği ya da platformu adına yapsalardı yapılanın herşeye rağmen bir anlamı olurdu, o duygu yüklü “Kürt kardeşlerimiz” söylemi de buna otururdu.
Ama kendilerine marksist, sosyalist ya da devrimci diyen akımların, siyasal sorunların, bu arada Kürt sorununun devrimci ilkesel, ideolojik ve programtik anlamını ve gereklerini bu denli kolay biçimde bir yana bırakarak, burjuva demokratik sınırlarda bir Kürt hareketinin yedeğine girmeleri acınası bir iflas tablosudur. Bunun Kürt halkıyla devrimci dayanışma ya da Kürt emekçileriyle birlik adına yapıldığı iddiası ise söylemdeki duygusallıkla perdelenen kaba bir aldatmacadan öteye bir şey değildir. Kürt işçi ve emekçilerini ulusal sorunun burjuva çözümü sınırlarına hapsetmek, en yumuşak biçimiyle söylersek, onların gerçek çıkarlarına sırtını dönmektir.
Marksizmin ulusal sorunun ele alınışında ve çözümünde kendi devrimci ilkeleri ve pratikte denenip sınanmış devrimci programı vardır. “Kürt kardeşlerimiz” duygusal söylemiyle buna sırtını dönerek, belli tavizler karşılığında mevcut düzenle barışıp bütünleşmeyi bir strateji olarak benimsemiş bulunan reformist bir Kürt hareketine kendini endeksleyenlerin, devrimle ve devrimcilikle yakından uzaktan bir ilişkisi yoktur, olamaz.
ABD’nin ağırılık ve inisiyatif koymasıyla Kürt sorununda önümüzdeki dönemde gündeme gelmesi muhtemel gelişmeler, böylelerinin konum ve açmazlarını daha somut bir biçimde gözler önüne serecektir.