Logo

Parti değerlerini özümsemenin önemi


Parti değerlerini özümsemenin önemi

İnsanlığın “değerlere bağlı olarak mı”, “haz ve isteklerinin peşinden koşarak mı” yaşaması gerektiği tartışması ikibin yıllık bir geçmişe dayanıyor. Felsefi alanda başlayan bu tartışma, farklı boyutlarda da olsa devam ediyor. İnsanlığın bu konuda ortaklaşabilmesi ancak eşitsizlik ve sömrüye dayalı sınıflı toplum düzeninin aşılmasıyla mümkündür.

Farklı sınıflara mensup kişilerin olaylara bakış açılarının da farklı olması kaçınılmazdır. Zira her sınıf dünyayı ve cereyan eden olayları durduğu yerden algılayıp yorumlar. Bu farklılık ahlak felsefesi söz konusu olduğunda daha da belirgindir. Örneğin sınıf bilinçli bir işçi için insanın insan tarafından sömürülmesi gayr-ı ahlaki görülürken, burjuvazi ve onun ideolojisinin savunuculardı için ise bir “hak” sayılır. Dolayısıyla ahlaki değerler toplumdan topluma, sınıftan sınıfa değişiklik gösterir.

İşçi sınıfı ve emekçiler, değerlerini koruyarak insanca çalışma ve yaşam koşulları uğruna mücadele ederken, egemen sınıfı burjuvazi ise insanlığı tüm insani değerlerden arınmış, tüketici/hazcı, ihtiyaçlarının peşinden koşan “fizyolojik canlılar sürüsü” haline dönüştürmek için sistemli ve kesintisiz bir saldırı yürütmektedir. Salt bu olgu bile, kapitalistlerin ahlakı ile işçi ve emekçilerinin ahlakı arasındaki uçurumun nasıl derinleştiğini göstermektedir.

 

Burjuvazi, tüketerek tükenmeyi dayatıyor

Kapitalizm sadece kol ve kafa emeğini değil, insan soyunu ve doğayı da hoyratça tüketmektedir. İnsanın gereksinimlerine göre değil kapitalistin kar hırsına endeksli olan üretim tarzı, “daha çok üretmek/daha çok tüketmek” döngüsünü zorunlu kılmaktadır. Bunun insanlığın sonunu getirebilecek olması ise kapitalisti ilgilendirmemektedir.

Metalar tüketici tarafından satın alınana kadar artı-değer güvenceye alınamayacağı için, burjuvazi toplumu tüketim histerisine sürükleme stratejileri geliştirir. Farklı alanlarda çokça “uzman” yetiştirilip istihdam edilmesi bundan dolayıdır.

Kapitalizmin günden güne yaygınlaşan iletişim araçları üzerinden yaydığı “ahlak felsefesi”ne göre, “paçasını kurtaran” bireyler günübirlik yaşamalı, ülke ve dünyanın sorunlarından uzak durmalı, hazları peşinden koşmalıdırlar. Ele geçirdiği her şeyi tüketmeli, nesneler dünyası karşısında büyüye kapılıp küçüldükçe küçülmelidir. Tüketeceği nesnelere ulaşabilmek kişilerin hayatının merkezinde olmalı ve sosyal ilişki içinde olduğu kişiler de tüketimin kapsam alanına dahil edilmelidir.

Belirtmek gerekiyor ki, bireyler farkında olsun ya da olmasın, bu durumda her tüketici birey bir tüketim nesnesinden ibaret hale gelecektir.

Bireyselleşememiş ama tepeden tırnağa bireyci, günübirlik yaşayan, kendi ihtiyaç ve hazları dışındaki herşeye yabancılaşmış, metalar dünyasının “ihtişamı” karşısında “küçülmüş” kişi, burjuvazinin yeni dönemde yaratmaya çalıştığı “tüketim/haz budalası” tipidir.

İletişim alanındaki muazzam olanaklar, burjuvaziye bu projeyi küresel boyutta uygulama olanağı sağlıyor. İnsan dolaşımının tel örgüler, mayınlı sınırlar, silahlı bekçiler, beton duvarlar ile engellendiği bir dünyada, sermaye ve metalar ise hiçbir engelle karşılaşmıyorlar.

Bu olgu kapitalizmin en akıl dışı yönlerinden biridir. Zira canlı olan emekçinin dolaşımı kurşunla engellenirken, ölü emekten başka bir şey olmayan sermayenin dolaşımı önündeki tüm engeller kaldırılmıştır. Çünkü, tüketim histerisinin yerküreye yayılabilmesi için bu akıldışılık zorunludur.

Kapitalizmin dayattığı bu ahlak(sızlık) felsefesi, insan soyunu “yemek-içmek”, “çiftleşmek” gibi edimlerle yaşayan “fizyolojik canlılar” sürüsüne dönüştürme projesinden başka bir şey değildir. Sermaye ve onun hizmetindeki “uzman”lar takımı, bu proje ile sömürü ve kölelik düzenini ebedileştirmeyi hedefliyorlar.

Burjuvazi bu iğrenç projeyi gerçekleştirme gücünden yoksun olsa da, özellikle genç kuşakların ortalığa yayılan bu zehirden fazlasıyla etkilendikleri bir gerçektir. Bunun belirtilerini hayatın hemen her alanında hissetmek mümkündür.

 

Nesneleştirme saldırısını devrimci değerleri özümseyerek püskürtmek

Oburca tüketmek, gelirleri ortalama düzeyin üstünde olanların sahip olduğu bir ayrıcalıktır. Bu, kapitalizmin önemli paradokslarından biridir. Zira sistem, tüketmeye özendirdiği genç kuşakları işsizliğe mahkum ederek, bu olanaktan yoksun bırakıyor. Arap dünyasında emekçilerin ayaklanmalarını başlatan genç kuşaklar, kapitalist sistemin sözünü ettiğimiz projesini neden gerçekleştirme gücünden yoksun olduğunu yeniden göstermiştir.

Genç kuşakların bir yandan tüketim özentileriyle sersemletilmesi, öte yandan işsizlik ve geleceksizliğe mahkum edilmesi, artık küresel bir sorundur. Sistemdeki eşitsizliği daha da görünür kılan bu çelişki, gençlerde mücadele eğilimini güçlendiriyor. Ancak bu yönelim, toplumsal muhalefetin kabarmasıyla kitlesel boyutlara ulaşamadığı için, belli bir bilinç ve duyarlılık taşıyan kesimlerle sınırlı kalıyor.

Burjuvazinin sıkı kuşatmasını yararak devrim ve sosyalizm mücadelesini tercih edenler, egemenlerin dayatmalarına teslim olmak istemediklerini dile getirmiş oluyorlar ki, bu adım büyük bir değer taşıyor. Ancak kuşatmayı yarmaya cüret etmek yeterli değildir, oradan kalan izleri silmek büyük bir önem taşımaktadır. Bu, hem dayatılan “haz budalalığı”nın izlerini silmek hem de düzenin yeni saldırılarına karşı direnmek sorunudur.

“Tüketen bireyler yetiştirme projesi”nin şu veya bu düzeyde etkisinde olmak, kimi zaman bireyci davranışların “olağan bir hak” olarak algılanmasına yol açabilmektedir. Oysa devrimci mücadele, insani gereksinimleri dışlamamakla birlikte, “ortak idealler/ortak değerler” etrafında örülen bir süreçtir. Burada zorunlu olarak “tercihler ve vazgeçişler” diyalektiği kendini hissettirir. En azından verili koşullarda bu böyledir.

Bu aşamada ortak değerleri özümseme, devrim ve sosyalizm davası uğruna mücadelede kolektifle kenetlenme çabası büyük bir önem taşır. Ortak değerler/idealler etrafında birleşerek bilinç/duygu ortaklığı ve eylem birliği düzeyini yakalayabilmek önemli hedefler olmalıdır. Bu yönde somut adımlar atılamadığında, sürecin kendiliğindenci bir şekilde işlemesini önlemek kolay olmayacaktır. Kendiliğindencilik ise, gelişimi sınırlayan, dolayısıyla kolektifle bütünleşmeyi geciktiren, hatta kimi zaman engelleyen sonuçlara neden olabilecektir.

Kolektifle bütünleşmek “görev icabı” değil, parti programı ve tüzüğü dahil olmak üzere ortak değerlerin özümsenmesi ile gerçek anlamını bulacaktır. Öte yandan kolektif çalışma disiplinli ve planlı bir yaşam biçimine geçiştir aynı zamanda. Kuşkusuz bu geçiş bilinçli bir tercihin ürünü olmalı, “hak” zannedilen bir takım bireyci tutumların aşılaması sürecini de içerebilmelidir.

Devrim ve sosyalizm mücadelesi, doğası gereği, belli kurallara ve ciddi bir disipline dayalı, örgütlü/kolektif tarzda yürütülür. Bu, kolektifin cisimleşmiş hali olan parti için olduğu kadar, kolektifin bileşeni özneler için de öyle olmak durumundadır. Aksi halde ortaya konan iddianın ciddiyeti tartışmalı hale gelecektir.  

Partili bir devrimci söz konusu olduğunda, sistemin dayattığı değer(sizlik)lere karşı partinin, demek oluyor ki devrim ve sosyalizm mücadelesinin değerler birikimini özümsemek için harcanan çaba, etkili bir karşı duruş olanağı sağlayacaktır.

Proletaryanın öncü-bilinçli kesiminin değer yargılarını kavrayıp içselleştirmeyen, başka bir ifadeyle sınıf intiharını gerçekleştiremeyen bir kişi, devrimci olsa bile, düzenin izlerini şu veya bu düzeyde taşımaktan kurtulamaz. Zira bu düzeye ulaşmadan, bilinç ve duygu dünyasına yerleşmiş burjuva kültür ve yaşam biçimini aşmak olası değildir.

O halde partili olma bilincini yetkinleştirmek, buna dayanarak parti ile kurulan bağı güçlendirmek, bütünü oluşturan öznelerden biri olmak, fakata özgün yönlerini bir kenara bırakmadan bunu başarabilmek gerekmektedir. Bu, burjuvazinin “nesneleştirme” dayatmasını parçalamanın da etkili yoludur. 

 

Partili yaşam düzenin prangalarından kurtulmanın en uygun zeminidir

İşçi sınıfını dostun düşmanın önünde temsil etme iddiası taşıyan bir partinin saflarında mücadele eden devrimciler de doğal olarak aynı iddiayı taşırlar. En azından marksist dünya görüşü ve parti çizgisini asgari düzeyde kavrayanlar için bu böyledir.

Bu iddia, parti saflarındaki devrimci kadro ve militanlara, hangi sınıf veya katmandan gelmiş olurlarsa olsunlar, proleter bilinç ve kültürü özümsemek, kapitalizmi aşabilecek bu yegane sınıfın değerler bütününü kişiliğinde içselleştirmek, eyleminde belirginleştirmek gibi temelli bir sorumluluk yükler.

Ortak değerleri özümsemek, parti kuralları ve disiplinine uymak, ilişkileri bunun üzerinden kurmak anlamına da gelir. Olağan koşullarda sosyal yaşamda belirleyici olan kişisel ilişkilerdir. Oysa ortak amaç ve değerler etrafında örülen örgütlü yaşamda kurulan ilişkilerde kişisel boyut geri plana düşerken, politik yön belirgin bir hal alır.  Kişisel ilişkiler alanında duygusallık geri plana düşerken, politik yaklaşım, davanın önceliği ve kolektifin bilinçli bir kavrayışla içselleştirilmiş kuralları belirleyici olmaya başlar. Zira sosyal ilişkilere dayalı bir çevre değil de, ortak dava uğruna mücadele etmek amacıyla aynı bayrak altında biraraya gelen partililer için ilişkilerde, şu veya bu kişinin özellikleri değil, ortak dava uğruna mücadele etme tercihi ve kararlılığı belirleyicidir. 

Bazı liberal vaizlerin devrimci değerleri karalamak için kullandıkları temel argümanlardan biri, kurallı ve disiplinli yaşamın kişinin bağımsız düşünme ve hareket etme yeteneğini körelttiğidir. Bireyin özgürlüğünü savunur görünen bu yaklaşımın özü, kapitalizmin sömürü ve kölelik çarkı içinde ezilen işçi ve emekçileri örgütsüzlüğe özendirmek, başka bir ifadeyle, sermayenin kesintisiz azgın saldırıları karşısında silahsızlandırmaktan öte bir anlam taşımaz.

Oysa içselleştirilmiş bilince dayalı bir tercihin ürünü olan kurallı devrimci yaşam, özneleşen bireyin gelişimi için de en uygun zemindir. Zira kişi, ancak böyle bir yaşam içinde burjuvazinin gerici, sığ, yozlaşmış, bencil değer(sizlik)ler sisteminin yüklerinden kurtulabilir. Örgütlü devrimci yaşamdan uzak kalarak, bu yükleri bilinç ve duygu dünyalarında taşıyan bireylerin özgür/bağımsız olabildiği iddiası, safsatadan başka bir şey değildir.

Akademisyen, yazar, gazeteci, uzman, sanatçı, bilim insanı vb. unvanlar taşıyan kişilerin toplumsal olaylar karşısında sergiledikleri akıl almaz gericilik, düzenin değerler sisteminin egemenliğinden kurtulmayı başaramayanların nasıl da içler acısı hallere düştüklerini gösterir. Bu eğitimli gericiler tabakasının, insanlığın gelişimi önünde bir engel olan kapitalist sistemin çizdiği sınırların dışına çıkmaktan ölümcül bir korku duymaları, ortada köleliğe varan bir “egemenlere bağımlılık hali” olduğuna işaret etmektedir.

Parti ile bağ cansız, mekanik olmamalıdır elbet. Zira böyle bir bağ hem ilk zorlanmada kopma eğiliminde olacak, temsil ettiği davanın, yüklendiği misyonun önemi ve ciddiyeti konusunda yeterli bir bilinç açıklığından kişiyi yoksun bırakacaktır.

O halde, işçi sınıfının devrimci öncüsü olan partiyle, yani devrim davası ile bağ canlı, dinamik, sürekli ve karşılıklı olabilmeli. Bunun temeli ise, günlük yaşamda, siyasal faaliyette, eğitim süreçlerinde, yoldaşlarla ilişkilerde vb., devrimin ve partinin değerlerini yükseklerde tutmaktır. Unutulmamalıdır ki, burjuvazinin insanlığı değersizleştirip sürüleştirme saldırısının önün kesebilecek yegane güç, bilimsel sosyalizm silahıyla donanmış proletaryadır.

 


Üste