Logo

Cumhuriyetçi hurafe ve işçi sınıfı II - H. Fırat


Sınıf mücadeleleri ve devrimler ülkesi

Fransa... 18. yüzyıl Aydınlanmasının anayurdu... 1789’da patlak veren ve tüm kıtayı etkisi altına alan Büyük Devrim’in ülkesi... Tarihte bir burjuva devriminin ürünü olarak kurulabilen en ileri ve devrimci cumhuriyetin (1793 Konvansiyonu) doğum yeri... Paris Komünü ile noktalanan uzun bir tarihi dönem boyunca devrimci sınıf mücadelelerinin ve devrimlerin benzersiz diyarı... Ütopik sosyalizmin yeşerdiği toprak... Babeuf’ün Eşitler Komplosu’ndan Lyon Ayaklanması’na, 1848 Şubat-Haziran’ından Paris Komünü’ne devrimci işçi hareketinin, işçilerin “toplumsal cumhuriyet” uğruna mücadelelerinin ülkesi... Bu böylece daha da uzatılabilir.

Engels, Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inin 1885 tarihli üçüncü baskısına yazdığı kısa ama yoğun Önsöz’de, başka vesilelerle de olduğu gibi, Marx’ın söz konusu eserini çok vurgulu ifadelerle över. Bu, “gerçekten de dahice çalışmaydı”, günün canlı tarihi hakkındaki olağanüstü kavrayışın benzersiz bir örneğiydi, der. “Ama başarı için aynı zamanda Marx’ın Fransa tarihi hakkındaki derin bilgisine de gerek vardı” diye de ekler ve böylece sözü Fransa’ya bağlar:

“Fransa, tarihsel sınıf mücadelelerinin, başka her yeri geride bırakacak şekilde, her seferinde sonuca kadar götürülmüş olduğu, dolayısıyla, sınıf mücadelelerinin çerçevesini oluşturan ve bu mücadelelerin sonuçlarının biriktiği değişen siyasal biçimlerin de en keskin sınır çizgilerini taşıdığı ülkedir. Orta Çağ’da feodalizmin merkezi, Rönesans’tan bu yana toplumsal katmanlaşmaya dayalı birleşik monarşinin örnek ülkesi olan Fransa, Büyük Devrimde feodalizmi yerle bir etti ve başka hiçbir Avrupa ülkesinde olmadığı kadar klasik bir biçimde, burjuvazinin saf egemenliğini kurdu. Yükselme çabası içindeki proletaryanın egemen burjuvaziye karşı yürüttüğü mücadele de, burada, başka hiçbir yerde bilinmeyen, keskin bir biçimle ortaya çıktı…” (Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s.145-46)

Bütün bu nedenlerle Fransa, diye ekleyebilirdi Engels, geçmişten günümüze bilimsel teorik çabalarımızın ana tarihsel kaynaklarından biri olageldi. Gerçekte de durum tam olarak buydu. Marksizmin iktisat teorisinin gelişiminde İngiltere’nin rolü neydiyse, siyaset teorisinde de Fransa’nın rolü o oldu. İngiltere özel konumunu sanayi devrimini yapan ilk ülke olmasına, Fransa ise devrimci sınıf mücadelelerine ve devrimlerine borçluydu.

Fransa 1789’dan 1871’e, Büyük Devrim’den Paris Komünü’ne, Avrupa’da büyük toplumsal çalkantıların, kıyasıya sınıf mücadelelerinin ve devrimlerin ana merkeziydi. Bundan ötürü de modern sınıflar, sınıf mücadeleleri, devrimler, sınıf iktidarının siyasal biçimleri, mücadele araç, yöntem ve biçimleri, sınıflar ve siyasal partiler, siyasal strateji ve taktikler, köylü sorunu, işçi-köylü ittifakı, ve elbette, demokrasi, cumhuriyet ve devlet sorunu türünden temel toplumsal-siyasal sorunlara ilişkin devrimci teorik çabaların ana ve son derece verimli tarihsel kaynağı idi. Bütün bir 19. yüzyıl boyunca İngiltere’nin bu alandaki tek katkısı 1840’lardaki Çartist Hareket, Almanya’nın ise 1848-49 Devrimi, bir ölçüde de işçi hareketinin 1860’lardan itibaren yaşadığı başarılı politik gelişim ile anti-sosyalist yasa dönemindeki (1880’ler) başarılı mücadelesi olmuştur.

Peki ya sonra? 1871’de Paris Komünü’nün ezilmesinden, dolayısıyla salt Fransa’da değil tüm Avrupa’da tarihsel bir dönemin kapanmasından sonra Fransa, daha somut olarak da Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı ne ifade ediyordu?

Paris Komünü’nün ezilmesiyle kapanan, 1789 Büyük Fransız Devrimi’yle başlayan ve Avrupa’ya yayılan devrimci çalkantılar dönemiydi. Bu yerini Rusya’da 1905 Devrimi’ne kadar sürecek kapitalizmin barışçıl gelişme dönemine bırakıyordu. Dolayısıyla Fransa da, seksen yılı bulan devrimin ağırlık merkezi olmak vasfını artık yitirmiş oluyordu. Emperyalist aşamaya geçmekte olan bir ülke olarak o artık militarizmin ve sömürgeciliğin ana merkezlerinden biriydi. Gitgide emperyalist tefeciliği ile ünlenen, Dreyfus Olayı türünden utanç verici siyasal skandallar yaşayan, sonu gelmez borsa skandallarıyla çalkalanan (kahramanları ülkeyi yöneten burjuva cumhuriyetçileriydi!) bir ülkeydi.

Fakat işte tam da bu aynı tarihi dönemde Fransa, çok kendine özgü bir tarihi olan İsviçre ile minnacık bir kent devleti olan San Marino bir yana bırakılırsa (bu arada 1910 yılı Ekim’inde bir askeri darbeyle monarşiyi devirerek cumhuriyete geçen Portekiz saklı tutulursa), 1870’ten birinci emperyalist dünya savaşı sonrasına kadar monarşilerle dolu Avrupa’da demokratik bir burjuva cumhuriyeti olarak öne çıkan en önemli ülkeydi. Bu çok ayrıcalıklı konumu nedeniyledir ki marksistler arasında ve İkinci Enternasyonal bünyesinde cumhuriyet eksenli hemen tüm tartışmaların ana konusu ve kaynağı yine Fransa’ydı. Engels de ömrünün son on-onbeş yılında ve özellikle de mektuplarında, Fransa örneği üzerinden cumhuriyet sorunu üzerinde tekrar tekrar durmuş, Fransız sosyalizmi bünyesinde bu konuda kendini gösteren açık ya da örtülü oportünist eğilimlere karşı kararlı bir mücadele sürdürmüştü.

Sonuç olarak, hiç değilse cumhuriyet (ve dolayısıyla da devlet!) üzerine tartışmalar söz konusu olduğu sürece, Paris Komünü sonrası Fransa, yani Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı hala da ana tarihsel kaynaktı. Aynı şekilde işçi sınıfını ve sosyalist solun reformist kanadını kurulu düzene yedeklemenin etkili bir yolu olarak cumhuriyetçi hurafenin de... (Bu çerçevede “bakanlıkçı sosyalizm”i doğuran ülke olması da rastlantı değildi).

Fakat Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sının cumhuriyet eksenli tartışmalardaki önemi hiç de bununla sınırlı değildir. Paris Komünü sonrası Batıda emperyalizm çağına geçiş ve burjuvazinin genel gericileşmesi dönemidir. Bu dönemin gerici felsefi akımlarından biri de pozitivizmdir. Temelleri 1840’larda atılan pozitivizmi burjuvazinin bu yeni dönemin, emperyalizmin başlangıç çağının ihtiyaçlarına uyarlayansa bir kez daha Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sı, bu Fransa’yı farklılaşan hizipleriyle onyıllar boyunca bizzat yöneten burjuva cumhuriyetçileridir. Burjuva sınıf düzeninin cumhuriyetçi siyasal biçimini yeni bir bakış ve anlayış ile yorumlayanlar, dahası kurumsallaşmasını ve işleyişini bizzat uygulamada gerçekleştirenler onlar oldular. Bunun etkisi ve yankısı uluslararası çapta oldu. Birinci emperyalist dünya savaşının ardından Avrupa’da ve dünyada sayıları hızla çoğalan yeni burjuva cumhuriyetlerinin esin kaynağı, hiç de Büyük Devrim’in Jakoben cumhuriyeti değil, fakat tam da Fransa’nın Üçüncü Cumhuriyeti’ydi. Bu, 1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti için de önemli ölçüde geçerlidir. Cumhuriyetin kuruluşuyla sonuçlanan tarihsel sürecin tüm önemli düşünürleri ve bir kısım politikacıları dolaysız olarak Üçüncü Cumhuriyet Fransa’sından, onun pozitivist ideolojisinden ve pratiğinden beslenmiştir.

Burjuva cumhuriyetinin klasik ülkesi

İnsanlığın köleci antik çağdan beri tanıdığı bir devlet biçimi olan cumhuriyet, burjuva çağına geçiş sürecinde Fransa’dan çok önce Hollanda’da ve İngiltere’de, 1789 Devrimi’nin hemen öncesinde ise ABD’de gündeme gelmişti. Buna rağmen burjuva cumhuriyetinin klasik ülkesi Fransa’dır. Engels’ten girişe aldığımız pasajdaki şu tanım (özellikle de vurgulu olarak verdiğimiz ifade), bize bunun bir açıklamasını vermektedir: “Fransa, tarihsel sınıf mücadelelerinin, başka her yeri geride bırakacak şekilde, her seferinde sonuca kadar götürülmüş olduğu, dolayısıyla, sınıf mücadelelerinin çerçevesini oluşturan ve bu mücadelelerin sonuçlarının biriktiği değişen siyasal biçimlerin de en keskin sınır çizgilerini taşıdığı ülkedir.”

“Siyasal biçimlerin [bu] en keskin sınır çizgileri” doğal olarak kendini, Fransa tarihi içinde gerçekleşen farklı türden cumhuriyetler üzerinden de göstermiştir. Fransa cumhuriyet rejimi ile tarihte ilk kez olarak Büyük Devrim’in ardından ve onun da ancak üçüncü senesi dolduktan sonra tanışabildi. Aynı zamanda numaralandırılmış cumhuriyetler ülkesi olarak da bilinen Fransa’ya ilişkin herhangi bir resmi tarih metnini açtığınızda, Fransız siyasal tarihinin bu dönemi için Birinci Cumhuriyet tanımı yapılır ve hüküm sürdüğü tarih aralığı olarak da “1792-1804” arası verilir. Oysa temel önemde tarihi gerçekler karşısında bu tanım ve sunuş bu şekliyle hemen hiçbir şey anlatmaz. Tıpkı İkinci Cumhuriyet dönemi için “1848-1852” aralığının verilmesinin kendi başına fazla bir şey anlatamaması gibi. Zira tümü de son tahlilde burjuva nitelik taşıyor olsalar da, anılan dönemlerde gerçekte birbirinden farklı, dahası biri doğumunu ötekinin ezilmesine borçlu cumhuriyetler söz konusudur. Marx’ın 1848’e ilişkin veciz sözünü hatırlayalım: “Burjuva cumhuriyetinin gerçek doğum yeri, Şubat zaferi değildir, Haziran yenilgisidir.”

Fransa’da cumhuriyet ilk kez olarak, 1789 Devriminin dördüncü yılının ilk aylarında ve yeni bir halk ayaklanmasının ürünü olarak kuruldu (Eylül 1792). Bu, ılımlı burjuvaziyi temsil eden Jirondenlerin egemenlik dönemini simgeliyordu. İzleyen yılın Mayıs sonunda gerçekleşen yeni bir halk ayaklanması ile yerini Jakoben cumhuriyetine bıraktı. Böylece de gerçek devrimci anlamına ve en ileri sınırlarına kavuştu. Kuşkusuz burjuva düzeni aşılmış değildi, o çağda bu mümkün de değildi. Ama söz konusu olan, burjuvaziye rağmen, dahası 1793’ten itibaren burjuvaziyle karşı karşıya gelinerek, gerçekleştirilmiş son derece kendine özgü bir burjuva cumhuriyetiydi. Öylesine ki Marksizmin kurucuları sonradan onu “proletarya diktatörlüğünün özgül bir biçimi” (Engels) olarak tanımlayacak kadar ileri gittiler. Aynı şekilde Lenin, farklı zamanlarda net ifadelerle 1793 Konvansiyonu’nu “toplumun alt katmanları”nın, “proletarya ile küçük-burjuvazinin”, “devrimci demokrasi” ile “devrimci proletarya”nın diktatörlüğü olarak tanımlar.

Bu çok özgün durumun veciz bir açıklaması, Marx’ın Aralık 1848 tarihli “Burjuvazi ve Karşı-devrim” başlıklı makalesinden beri biliniyor. Proletarya ve kentlilerin burjuvaziye dahil olmayan katmanları” diyor söz konusu makale, henüz yükseliş halindeki burjuva çağının getirdiği zorunlu sınırlardan dolayı, “örneğin Fransa’da, 1793’ten 1794’e kadar olduğu gibi, burjuvaziyle karşı karşıya geldiklerinde, burjuvaziye özgü bir biçimde olmasa bile, yalnızca burjuvazinin çıkarlarının gerçekleşmesi için savaşım verdiler. Tüm Fransız terörizmi, burjuvazinin düşmanlarıyla, mutlakiyet ile, feodalizm ile ve darkafalılık ile avamca hesaplaşmaktan başka bir şey değildi.” (Seçme Yapıtlar 1, Sol Yayınları, s.171)

Çok geçmeden, daha 1794 yılı bitmeden, burjuvazi yeniden inisiyatif ele alarak kendisinin düşmanlarıyla hesaplaşanlarla bu kez kendisi hesaplaşmaya girişti. Termidor gericiliği bunun ifadesi oldu. Siyasal biçim hala da cumhuriyetti. Ama bu, burjuva devrimleri tarihinin gördüğü en ileri cumhuriyetin (Jakoben Konvansiyonun) kanlı ve kapsamlı tasfiyesine dayalı tümüyle farklı bir cumhuriyetti. Büyük Devrim’in birbirini izleyen ve Konvansiyon ile doruğuna ulaşan darbeleri altında tümüyle tasfiye olmuş eski monarşist askeri-bürokratik devlet aygıtının bu kez burjuva bir içerikle yeniden inşa edilmesinde, bu arada kiliseye ve ruhbana da yeniden kontrollü bir yaşam alanı açılmasında ifadesini bulan bir cumhuriyetti. Bu süreç, beş yıllık bir geçiş sürecinin ardından Napolyon’un Kasım 1799’daki hükümet darbesiyle, böylece de çoktan anlamını yitirmiş cumhuriyetin tabutuna son çivinin çakılmasıyla noktalanmış oldu.

Ilımlı burjuvazinin Jironden cumhuriyeti, devrimci burjuvazinin Jakoben cumhuriyeti, gerici burjuvazinin Direktuvar cumhuriyeti ve nihayet Napolyon’un 1804’te resmen imparatorluk tacını giymesini önceleyen sözde Konsüller cumhuriyeti... Resmi tarih işte bu dört benzemez siyasal biçimi, 1792-1804 döneminin Birinci Cumhuriyeti olarak sınıflıyor! Bu, kuşkusuz aradaki farkları görmediği ya da gizlediği anlamına gelmiyor. Yalnızca gerçekten devrimci olanın, burjuvazinin kabul edebileceği sınırların dışına taşanın arızi ve geçici, dolayısıyla hızla aşılıp geride bırakılan olarak görüldüğünü gösteriyor. Resmi tarih için Büyük Devrim 1789-92 ile 1795-99 (ya da 1804) dönemlerinin devrimidir. İlk aralıkta (1789-92) kral hala başı ve tacıyla duruyordu. İkinci aralıkta (1795-99) egemen olan güya artık cumhuriyetti. Gerçekte ise olup bitenler 1792 öncesine bir dönüştü, eksik olansa yalnızca kral ve tacıydı. Bu eksiği de çok geçmeden İmparatorluk tacıyla birlikte Napolyon giderecekti.

Sınıflamadaki aynı kaba tutarsızlık 1848 Devrimi ile başlatılan İkinci Cumhuriyet için de söz konusudur demiştik. Temmuz Monarşisi olarak da bilinen burjuva krallığını 1848 Şubat’ında yıkan ve cumhuriyeti ilan eden işçi sınıfıydı. Büyük Devrimi izleyen altmış yıllık tarihi dönem içinde Fransız burjuva toplumu önemli bir gelişme kat etmiş, bu dönem içinde “sosyal sorun” giderek daha yakıcı bir biçimde gündeme gelmiş, bu sorunun çözümüne yönelik mücadelelerin temsilcisi olarak sosyalist akımlar ortaya çıkmıştı. Dolayısıyla yarım yüzyılı aşan bu tarihi dönem içinde kendi de bir hayli gelişmiş işçi sınıfı, artık burjuvaziden farklı çıkarları olan bir sınıf olduğunu ve siyasal sınırlardaki bir burjuva cumhuriyetinin kendisi için hiç de yeterli olamayacağını gitgide daha çok görebiliyordu. Birinci Cumhuriyet’ten kalma üç renkli bayrağın karşısına kızıl bayrakla çıkması, bizzat gerçekleştirdiği 1848 Devrimi’nin ürünü yeni cumhuriyeti “toplumsal cumhuriyet” olarak görmek istemesi, iktidar dümenindeki burjuvaziyi buna yönelik adımlara ve önlemlere zorlaması, bunun bir ürünü ve ifadesiydi.

“Burjuvazi, proletaryanın [tüm bu] hak iddialarını silahla çürütmek zorundaydı.” Haziran’da yapılan da bu oldu. Bu nedenle, 1848 sonrası burjuva cumhuriyetinin gerçek doğum yeri, Şubat zaferi değil Haziran yenilgisi olmuştu.

Marx bu gözlemlerini, aynı cumhuriyet gerçeği üzerinden marksist devlet teorisinin köşe taşını oluşturan iki temel önemde değerlendirmeye bağlar:

Bunlardan ilki Fransa’da Sınıf Mücadelerinde yer alan şu pasajdır:

“Proletarya, kendi mezarlarını burjuva cumhuriyetinin doğum yerleri haline getirdiği anda, burjuva cumhuriyetini, amacının sermayenin egemenliğini ve emeğin köleliğini ölümsüzleştirmek olduğunu açıkça ilan eden bir devlet olarak, saf biçimiyle ortaya çıkmak zorunda bıraktı.”

İkincisi ise Louis Bonaparte’ın On Sekiz Brumaire’inde yer alan aşağıdaki pasaj:

“Haziran isyancılarının yenilgisinin, üzerinde burjuva cumhuriyetinin kurulabileceği, inşa edilebileceği zemini hazırlamış, düzlemiş olduğu doğrudur; ama bu yenilgi aynı zamanda, Avrupa’nın gündeminde ‘cumhuriyet mi monarşi mi?’den başka sorunların bulunduğunu göstermişti. Burjuva cumhuriyetinin burada bir sınıfın diğer sınıflar üzerindeki sınırlandırılmamış despotizmi anlamına geldiğini ortaya çıkarmıştı.” (Fransız Üçlemesi içinde, s. 62 ve 157)

1848 Şubat Devrimi’nin ürünü olarak kurulan cumhuriyet de kuşkusuz daha baştan burjuva bir cumhuriyetti. Fakat bu, “kendisini sosyal kurumlarla çevrili” olarak ilan etmek zorunda kalan bir cumhuriyetti. Ve “Paris proletaryası bu ödünü de [burjuvaziden] zorla koparıp” almıştı. Devrimi yapan işçiler hala silahlıydı, dolayısıyla bu türden yeni ödünler koparacak bir konumdaydılar. Haziran yenilgisi onları bundan yoksun bıraktı. Cumhuriyeti çevreleyen sosyal kurumlar hızla tasfiye edildi, üç renkli bayrağa iliştirilen kızıl kokart sökülüp atıldı. Böylece burjuva cumhuriyeti kurumsal yapısı ve üç renkli bayrağıyla kendi saf sınıfsal biçimine kavuştu.

Birinci Cumhuriyet döneminde emekçilerin yarattığı kendine özgü devrimci cumhuriyet ezilince yerini geçici olarak burjuvazinin dolaysız egemenliğinin ifadesi bir burjuva cumhuriyeti almış fakat çok geçmeden, bir geçiş döneminin ardından demek istiyoruz, yerini imparatorluk tacına bırakmak zorunda kalmıştı. (“Birinci İmparatorluk”!). İkinci Cumhuriyet döneminde de hiç değilse biçim olarak sonuç farklı olmadı. Haziran yenilgisi üzerine saf biçimiyle kurulan burjuva cumhuriyet, çok geçmeden yerini bu kez “amcasının yeğeni”ne, maceracı bir serseriden öte bir şey olmayan Louis Napolyon’un İkinci İmparatorluğu’na bırakmak zorunda kaldı.

Üçüncü Cumhuriyet olarak tanımlanan döneme gelince. Başlangıçta bu evrede de olaylar benzer biçimde gelişecek gibi görünüyordu. Nitekim bir yere kadar öyle de oldu. Prusya karşısındaki kesin yenilginin ardından 4 Eylül 1870’de cumhuriyeti ilan eden bir kez daha işçilerdi. Ama iktidar burjuvazinin öteki iki monarşist hizbi ile cumhuriyetçi burjuva hizbin oluşturduğu gerici koalisyonun eline geçti. Savaş yenilgisi ve ülkenin düşman istilası ile yüz yüze olması tehlikesi karşısında işçi sınıfı buna gönüllü olarak rıza gösterdi. Ama şu kesin koşulla: Paris Prusyalılara teslim edilmeyecek ve ülke düşman istilasına karşı savunulacaktı. Ulusal ihanet içindeki birleşik burjuva iktidarı bunu yapmak yerine Paris’te muhtemel bir işçi devrimini boğmaya yönelik entrikalara ve ihanete yönelince, işçiler yeniden inisiyatifi ele aldılar. Paris Komünü böylece kuruldu. Burjuva hükümet mekan olarak Versailles’a ve siyasal olarak Paris’i kuşatmış bulunan Prusya ordusunun insafına sığındı. Fransa’da artık iki cumhuriyet vardı: Paris’te devrimci bir işçi cumhuriyeti ve Versailles’da ulusal ihanet içindeki gerici bir burjuva cumhuriyeti. İhanetin ödülü olarak Prusya’nın sağladığı olanaklar ile Komün ezildi.

Olayların sonraki gelişim seyri bakımından ilk iki cumhuriyet dönemiyle benzerlikler burada bitiyor. Komün’ün ezilmesinin ardından monarşist hiziplerin tüm gücüne ve iktidar dümenindeki tayin edici konumlarına rağmen bu kez Fransa’da yeni bir monarşiye geçilemedi (bunun karmaşık nedenleri üzerinde bir önceki bölümde durmuştuk). Fransa artık burjuva bir cumhuriyetti ve bugüne kadar da öylece kalacaktı.

Burada duralım ve Üçüncü Cumhuriyet’in somut oluşumuna biraz daha yakından bakalım. Bu gerekli, zira ifade etmiş bulunuyoruz; cumhuriyetçi hurafenin kaynağı tam da bu cumhuriyettir. Daha da doğru bir ifadeyle, onun 19. yüzyılın son çeyreğindeki varlığı, söylemi ve icraatlarıdır.

Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet

Engels, Paul Lafargue’a yazdığı 27 Haziran 1893 tarihli mektubunda, Fransız sosyalizminin reformist kanadına zaten hâkim olan ama etkisi zaman zaman Fransız marksistleri arasında da görülebilen “cumhuriyetçilik” ve “yurtseverlik” eğilimleri konusunda çok önemli uyarı ve eleştirilerde bulunurken, söz arasında temel önemde bir tarihsel gerçeği de hatırlatmak ihtiyacı duyar: “Sonuçta Cumhuriyetiniz yaşlı I. Wilhelm ve Bismarck sayesinde ortaya çıktı.” Bu, Fransız sosyalizminin reformist kanadınca o pek övünülen Üçüncü Cumhuriyet’e ilişkin can alıcı tarihsel gerçeklerden bir başkasıdır.

Fransız burjuvazisinin monarşist ve cumhuriyetçi hizipleri arasındaki güçler dengesinin özel bir ürünü olarak 1875’te anayasal bir temele oturtulan ve böylece resmen de ilan edilen Üçüncü Cumhuriyet’in kuruluş tarihi gerçekte 4 Eylül 1870’dir. Bu tarih Louis Bonaparte komutasındaki Fransız ordusunun Sedan’da Prusya karşısında aldığı ağır yenilgisinin iki gün sonrasıdır. İmparator Bonaparte ordusuyla birlikte Prusya’ya 2 Eylül’de teslim oldu, haber Paris’e 3 Eylül gecesi ulaştı. Bir sonraki günün olayları Fransa’da İç Savaş’ının ilk satırlarında Marx tarafından şöyle kayda geçiriliyordu:

“4 Eylül 1870’te, Parisli işçiler cumhuriyeti ilan ettiğinde ve bu adım neredeyse aynı anda tüm Fransa’da tek bir itiraz sesi gelmeden sevinç çığlıklarıyla karşılandığında, devlet adamları Thiers ve generalleri de Trochu olan bir makam avcısı ve entrikacı avukatlar grubu Hôtel de Ville’i (belediye binasını) ele geçirdi.” (Fransız Üçlemesi içinde, Yordam Kitap, s.289)

Bu “entrikacı avukatlar grubu”nun başını burjuvazinin cumhuriyetçi hizbinin lideri olan ve sonradan Üçüncü Cumhuriyet’in “kurucu babası” da sayılan Leon Gambetta çekiyordu. Gösterilerin yarattığı havanın özel basıncı altında (ki göstericiler meclis toplantısını basmış, cumhuriyetin ilan edilmesini talep etmişlerdi) aynı günün ilerleyen saatlerinde, bahsi geçen Belediye Binası’nın balkonuna çıktı ve coşkulu bir kalabalık önünde yaptığı konuşmada, yeni Fransız Cumhuriyeti’ni ilan etti. Bu girişim olayların daha ilk gününden itibaren inisiyatifin işçi sınıfından burjuvaziye geçişini işaretliyordu.

Benzer durumlarda burjuvazi genellikle böyle davranmıştır. Olayların devrimci doğrultuda gelişeceğini görür görmez inisiyatifi ele almak ve ayağa kalkmış yığınları yatıştırmak üzere zorunlu bazı adımlar atmak yoluna gitmiştir. Yaklaşık yarım yüzyıl sonra, 9 Kasım 1918’de, Almanya’nın başkenti Berlin’de benzer bir oyun aşağı yukarı aynı mizansenle sahnelenecekti. Emperyalist savaştaki yenilgiyle birlikte Kasım başında patlak vermiş bulunan devrimin önünü alabilmek üzere, gerçekte aylardan beridir savaş suçlusu monarşistlerle el ele monarşiyi kurtarma entrikaları içinde olan SPD’nin bir temsilcisi, Scheidemann, devrim dalgasının Berlin’e ulaştığı 9 Kasım günü parlamento binası balkonuna çıkmış ve coşkulu bir kalabalık önünde cumhuriyeti ilan etmişti. Tarihi dönemlerin ve dolayısıyla genel koşulların tüm farklılığına rağmen her iki ülkede olayların sonraki seyrinde de şaşırtıcı benzerlikler var. Monarşinin yıkılmasının savaştaki yenilginin bir ürünü olmasından daha baştan itibaren cumhuriyet perdesinin gerisinde dizginlerin monarşistlerin elinde kalmasına, devrimci işçi hareketinin ezilmesinden (ilkinde Paris Komünü ve ikincisinde Spartaküs Ayaklanması) yeni burjuva cumhuriyetinin temelde monarşiden devralınan askeri-bürokratik aygıta dayalı olarak kurulmasına kadar...

Sonuçta Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet’in ilk kuruluş adımı, 4 Eylül’de Gambetta’nın sonradan efsaneleştirilen balkon konuşmasıyla atılmış oldu. Uluslararası İşçi Birliği’nin 4 Eylül olaylarının üzerinden daha birkaç gün ancak geçmişken yayınlanan bildirisinde (9 Eylül), olup bitenlerin anlamı Marx’ın kaleminden şöyle özetleniyordu:

“Bu cumhuriyet, tahtı devirmedi; sadece onun boşalan yerini aldı. Toplumsal bir kazanım olarak değil, ulusal bir savunma önlemi olarak ilan edildi. Bu cumhuriyet, kısmen adları çıkmış Orleans’cıların, kısmen de burjuva cumhuriyetçilerinin oluşturduğu bir geçici hükümetin elinde; ve bu kişiler arasında, 1848 Haziran ayaklanmasının silinemeyecek damgasını yiyenler de bulunuyor. Aynı hükümetin üyeleri arasındaki işbölümü pek fazla umut vaat etmiyor. Orleans’cılar güçlü konumları (orduyu ve polisi) ele geçirirken, sözde cumhuriyetçilere gevezelik makamları düşmüş durumda. İlk yaptıkları işlerin bir bölümü, imparatorluktan miras olarak yalnızca bir yığın enkaz değil, ama aynı zamanda işçi sınıfından duyduğu korkuyu da devraldıklarını hayli açık şekilde kanıtlıyor.” (age, s.283)

“Bu cumhuriyet, tahtı devirmedi; sadece onun boşalan yerini aldı” değerlendirmesi, Engels’in yirmi üç yıl sonra Lafargue’a yazdıklarına da böylece açıklık getirmiş oluyor. Tahtı deviren gerçekte Sedan yenilgisiydi. Galiplerse o sıra henüz yalnızca Prusya kralı olan “yaşlı I. Wilhelm” ile onun kudretli başbakanı Bismarck’tı. Yenilginin ardından sırada Fransa’nın Prusya tarafından istila edilmesi ve Paris’in ele geçirilmesi vardı. Cumhuriyet’in “Toplumsal bir kazanım olarak değil, ulusal bir savunma önlemi olarak ilan edil”mesi işte burada anlamını buluyordu. Oysa burjuvazinin monarşist ve cumhuriyetçi hiziplerinin ortaklaşa kurdukları yeni hükümetin gerçek amacı, Fransa’yı ve Paris’i savunmak değil (ki bunu daha ilk günden itibaren umutsuz bir “delilik” sayıyorlardı!), Paris’te muhtemel bir işçi devriminin önünü almaktı. Bu, Komün’ün kuruluşunun ardından ele geçirilen resmi arşivler sayesinde daha o günden belgelenen bir gerçektir.

İhanetin mantığını Marx, Fransa’da İç Savaş’ın ilk sayfasında şöyle özetliyordu:

“... ani saldırının yol açtığı kargaşa ortamında, işçilerin gerçek önderleri hala Bonaparte’ın zindanlarındayken ve Prusyalılar Paris’e doğru yürümeye başlamışken, Paris, bu kişilerin devlet iktidarını ele geçirmesine katlandı; ama yalnızca, devlet iktidarının ulusal savunmadan başka hiçbir amaca hizmet etmemesi kesin koşuluyla. Ne var ki, kentin işçi sınıfını silahlandırmadan, bu sınıfı kullanılabilir bir savaş gücüne dönüştürmeden ve savaş aracılığıyla bu sınıfın üyelerini eğitmeden Paris’i savunmak mümkün değildi. Ama silahlı Paris, silahlı devrim demekti. Paris’in Prusyalı saldırgana karşı kazanacağı bir zafer, Fransız işçisinin Fransız kapitalistine ve onun devlet asalaklarına karşı kazanacağı bir zafer olurdu. Ulusal Savunma Hükümeti, ulusal görev ile sınıf çıkarı arasındaki bu çatışma sırasında bir an bile duraksamadı ve bir Ulusal İhanet Hükümetine dönüştü.” (age, s.289)

Komün, Paris’in Prusya ordusuna teslim edilmesinde ifadesini bulan bu ihaneti boşa çıkarmak üzere gündeme gelmiş gerçek bir toplumsal devrimin ifadesiydi. Ama ihanet zincirine eklenen yeni bir halkanın sağladığı çok özel imkanlarla yenilgiye uğratıldı. Thiers liderliğindeki Versailles hükümetinin 9 Mayıs’ta Prusyalıların dayattığı tüm ağır koşulları olduğu gibi kabul etmesi karşılığında serbest bırakılan Bonaparte ordusu artıkları tarafından bir kan banyosu içinde ezildi. Bu kanlı kıyımın siyasal mimarı Thiers, ama askeri komutanı III. Napolyon’un kendisiyle birlikte esir düşmüş ve 9 Mayıs antlaşmasının ardından serbest bırakılmış mareşali MacMahon’du. Paris Komünü’nün bu iki kasabının, bu iki kudurgan monarşistin, sırasıyla Üçüncü Cumhuriyet’in ilk devlet başkanları olmaları ayrıca anlamlı ve açıklayıcıdır. Burjuvazinin cumhuriyetçi hizbine mensup adamlara, yani Üçüncü Cumhuriyet’in gerçekten cumhuriyetçi bir başkan tarafından yönetilmesine sıra, cumhuriyetin kuruluşundan neredeyse on sene sonra ancak gelebilecekti.

Üçüncü Cumhuriyet’in fiili ilan ediliş tarihi olan 4 Eylül 1870’e geri dönelim.

Marx ve Engels, konuya ilişkin değerlendirmelerinde net ifadelerle, 4 Eylül 1870’te olup bitenler için “devrim” tanımlaması yaparlar. Fakat sorun şurada ki, Marksizmin kurucuları, 4 Eylül’de İkinci İmparatorluğun sonunu ilan eden gelişmeleri birbirinden farklı, dahası birbirine zıt, kıran kırana bir mücadele halinde seyreden iki ayrı süreç olarak ele alırlar.

Bir yanda, 4 Eylül gösterilerine önderlik ederek cumhuriyeti ilan eden, Prusya istilası karşısında gerçek bir ulusal savunma isteyerek Paris’i teslim etmeme kararlığı sergileyen, sonunda Paris’i ve Paris şahsında Fransa’yı savunmanın ancak bir “toplumsal cumhuriyet”le olanaklı olabileceğini gören, böylece olayların zorlamasıyla 18 Mart’ta iktidarı ele geçiren ve Paris Komünü’nü kuran işçi sınıfının temsil ettiği devrimci süreç. 4 Eylül 1870 Devrimi adına ne varsa yalnızca bu sürece, dolayısıyla onun temsilcisi olarak işçi sınıfına aittir. (Marx’ın konuyu ele alan klasik eserinde yer yer “4 Eylül Paris İşçi Devrimi” tanımlamasıyla özel bir ayrıma gitmesi bu açıdan ayrıca anlamlıdır.) Bu süreç 4 Eylül sabahı “Yaşasın Cumhuriyet!” sloganları eşliğindeki gösterilerle başlamıştı. Ama sınıfsal niteliği, ruhu ve mantığı yönünden gidip “toplumsal cumhuriyet”le, 18 Mart 1871’de ilan edilen Paris Komünü ile sonuçlandı ve ardından Komün’ün ezilmesiyle noktalandı.

4 Eylül ile başlayan gelişmelerin öte yüzünde ise, Gambetta’nın 4 Eylül akşamındaki balkon şovundan başlayarak burjuvazinin tüm hiziplerinin çöken imparatorluk rejiminden devralınan devlet aygıtına egemen olmak, daha da önemlisi, Paris’te muhtemel bir toplumsal devrimin önünü almak üzere giriştikleri sayısız entrika ve ihanet, en sonunda ise, tam da bu açık ihaneti boşa çıkarmak üzere gündeme gelen Komün’ün gaddarca ezilmesi var. Bu, başından sonuna, 4 Eylül 1870’ten 28 Mayıs 1871’e (Komün’ün ezilmesine) kadar, tümüyle bir karşı-devrim sürecidir.

Üçüncü Cumhuriyet gerçekte işte bu karşı-devrim sürecinin ürünüdür. Üçüncü Cumhuriyet, Fransa’yı savaş macerasıyla yıkıma sürüklemiş Bonapartistler de dahil burjuvazinin tüm hizipleri, Marx’ın sıklıkla kullanmayı tercih ettiği ifadeyle, bu hiziplerin birleşik ifadesi olan “düzen partisi” tarafından tam da bu süreç içinde şekillendirildi. Dolayısıyla Üçüncü Cumhuriyet, hiçbir biçimde 4 Eylül Paris İşçi Devrimi sürecinin kendi öz ürünü değil, tersine onun boşa çıkarılmasının ve giderek yıkımının bir yan sonucu oldu. Yine de sonuçta varlığını bu devrime borçluydu. Paris İşçi Devrimi’ni boşa çıkarmak ihtiyacı ve çabası burjuvazinin tüm hiziplerini zorunlu bir koalisyona sürüklemiş, bu ise monarşistlerin yeni bir monarşiye dönüş şansını ortadan kaldırmıştı. Sonuçta saf burjuva biçimini kazandıktan bir süre sonra yerini monarşiye bırakmak zorunda kalan ilk iki cumhuriyetten farklı olarak, Fransa’da Üçüncü Cumhuriyet uzun süreli yaşama olanağı bulmuştu.

(Devam edecek...)


Üste