Logo

Kemalizme sol’dan taze kan kampanyası... - H. Fırat


Burada sunduğumuz metin Haziran 1994 tarihlidir. Ama ele alınan temalar çok tanıdıktır ve tartışma tüm güncelliğini korumaktadır. Değişen yalnızca muhataplardır. ‘90’lı yılların ortasına doğru Perinçekçi İP’in “Cumhuriyet devrimi” açılımı ile 2008’den itibaren SİP-TKP’nin “Cumhuriyetin kazanımları” açılımı tüm temel noktalar üzerinden birbirinin devamı gibidir. Metnin ele aldığı konular bunun açık bir doğrulanmasıdır... Halen sürmekte olan eleştiriyi izleyen okurlarımızın bu metni de ilgiyle karşılayacaklarına inanıyoruz...(Metni yeniden yayınlayan Kızıl Bayrak'ın sunuşu...)

İP’in ipliği

İP/Aydınlık grubu devrimci hareket tarafından birkaç on yılın zengin pratikleri sayesinde kuşkusuz çok iyi tanınan bir çevre durumundadır. Böyle olunca “İP’in ipliği” üzerinde yeniden durmak çok gerekli görülmeyebilir. Oysa tersine, içinde bulunduğumuz şu dönemde bu özellikle gereklidir.

Bunun bir nedeni, bu çevrenin 12 Eylül sonrası yeniden toparlanma döneminde (‘87 sonrasında), devrimci harekete vermeye çalıştığı “değişim” mesajıdır. Elbette gösterilen tüm çabalara ve bir dönem özellikle Kürt sorunu üzerinden yapılan tüm çıkışlara rağmen, bu mesaj inandırıcı bulunmamış, bu çevrenin devrime karşıtlıktaki temel özelliklerini sürdürdüğü inancı korunmuştur. Fakat yine de özellikle 1978-80 dönemindeki kaba gerici karşı-devrimci konumunu artık terkettiğine dair de belli belirsiz bir düşünce oluşmuştur. Oysa bir süredir Kürt sorunu ve PKK düşmanlığı üzerinden gösterilen tutumlar, gelinen aşamada artık cepheden devrimci harekete karşı bir politik tutuma dönüşmüştür. Bu çevre artık daha net bir biçimde devrimin ve Kürt özgürlük mücadelesinin yeminli düşmanı olan kemalist düzen güçleriyle birlikte saf tutmaktadır. 19 Mayıs’ta dağıtılan “Şimdi Samsun’a Çıkma Zamanıdır” Bildirisi ve bu Bildiri’nin imzacıları, bu çevrenin tuttuğu yeni safı tüm açıklığı ile ortaya koymuştur.

Fakat bununla bağlantılı ya da bunun somut pratik bir ifadesi olan daha önemli bir neden var. Sermaye düzeni bugün tarihinin en büyük krizini yaşamaktadır. Çok yönlü ve çok boyutlu bu krizin ortaya çıkardığı olanaklar doğru devrimci bir çizgide değerlendirilebilirse, Türkiye devrimi büyük bir atılım yapabilir. Krizin kaynaklarından biri Kürt sorunudur ve Kürt özgürlük mücadelesi bugün halen devrimci bir mecrada sürüyor. Krizin asıl kaynağı ise Türkiye kapitalizminin yapısal sorunlarıdır. Bu sorunlardaki ağırlaşma, işçi ve emekçilerin hoşnutsuzluğunu sürekli derinleştirmektedir. İşçi sınıfı daha 12 Eylül kayıplarını bile telafi etmeden sermayenin büyük bir yeni saldırısıyla yüzyüze kalmıştır. Yıllardır kesikli dalgalar halinde gelişen fakat kendi dar istemleri dışına bir türlü çıkamayan işçi hareketliliği, bu zaaftan nihayet kurtulabileceği koşullara bugün her zamankinden daha yakındır.

Bu koşullarda sermaye düzeni, bir yandan emperyalizmin de tam desteğinde Kürt devrimci hareketini ezmek, öte yandan ise, hain sendika bürokratlarının da yardımından en iyi şekilde yararlanarak, sınıf hareketini dizginlemek, onun devrimci siyasal mecraya doğru gelişmesini engellemek çabası içindedir.

İşte tam da bu ortamda, İP/Aydınlık çevresi, politika ve pratikleriyle düzene gönüllü hizmette kusur etmiyor. Bu çevre bir yandan, Kürt halkı kirli bir savaşın tüm acılarını yaşarken tüm çabasını PKK düşmanlığı üzerinde yoğunlaştırarak düzene soldan destek çıkmakta tereddüt etmiyor. Öte yandan ise, sendika bürokratlarına yönelttiği son derece yumuşak bir eleştirinin arkasına saklanarak, gerçekte onların sınıf üzerinde kurdukları denetime koltuk çıkıyor. Onların kitlelerin baskısıyla ve kuşkusuz kitleleri yatıştırmak amacıyla gerçekleştirdikleri eylemlerde çizdiği boğucu sınırları “sınıf disiplini” adına olumluyor. Bu “disiplin”e gönüllü avukatlık yapıyor. Sendika bürokratlarının düzenin resmi ideolojisinin yığınlar üzerindeki etkisini pekiştirmek amacıyla kitle eylemlerine dayattıkları İstiklal Marşı ile devletin resmi bayrağını büyük bir hararetle savunuyor. Sendika bürokratlarının 1 Mayıs eylemlerine kadar taşırma arsızlığı gösterdikleri bu hain politika devrimciler ve işçiler tarafından boşa çıkarılınca, devrimci harekete gerici bir ağızla en arsız saldırıyı yönelten de gene bu geçmişi kirli çevre oluyor.

Bütün bunlar bu çevreye karşı mücadelenin bugün taşıdığı özel önemi ortaya koymaktadır. Devrimci hareket bu çevreyi kuşkusuz çok iyi tanıyor. Fakat mücadeleye yeni katılan güçler, hareketlilik içindeki işçiler bu çevreyi yeterince tanımıyor. Devrimci hareketin bugünkü zayıflığı, sendika bürokrasisinin değerini bilerek bu çevreye verdiği özel destek ve nihayet düzen legalitesi içine gönül rahatlığıyla sere serpe oturmanın sağladığı avantajlar birarada ele alındığında, bu çevre kendi gerici çizgisiyle mücadeleyi zaafa uğratmada belli bir rol oynama olanağı bulabiliyor.

Türkiye’de sosyalist hareket daha doğumundan itibaren Kemalizmin derin bir biçimde etkisini yaşadı ve tam da bu nedenle çok uzun yıllar kötürüm kaldı. TKP bağımsız bir sınıf partisi olmaktan çok kemalist akımın sol kanadı rolünü oynadı. ‘60’lardaki yeniden doğuş ve kitleselleşme sürecinde ise, bu kez orta burjuva aydınların ideolojik hegemonyası sayesinde, Kemalizmin “çağdaş yorumu”yla yoğrularak gelişti ve düzen içi bir hareket olmaktan kurtulamadı. Düzenden kopuş ancak ‘71 devrimci çıkışıyla başladı ve kopuşun derinleşmesiyle Kemalizmin etkisinden kurtulma süreci elele gitti. Bugün devrimci hareket ciddi zaaflarla yüzyüzedir. Fakat hiç değilse Kemalizm virüsünün tarihsel tahribatından kendisini nihayet kurtarmıştır. Tam da bu nedenledir ki, devrimci çizgi izlemedeki çeşitli kusurlarına karşın, Kürt halkının haklı devrimci mücadelesine açık bir destek vermekte tereddüt taşımamaktadır.

Öte yandan, Cumhuriyet düzeninin çürümesi, son otuz yılın devrimci toplumsal mücadelelerinin yarattığı birikim ve nihayet Kürt özgürlük mücadelesinin son on yılda toplumun tüm katlarında yarattığı derin sarsıntı, bu etkenler birarada, ilerici kitleler üzerindeki kemalist etkiye de büyük darbeler indirmiştir.

Bunlar devrimci gelişme sürecimizin çok önemli kazanımlarıdır.

İşte tam da bu ortamda, İP/Aydınlık grubu, Cumhuriyet gazetesi yazarları, SHP’nin sol kanadı ve diğer bazı düzen solcuları elele vererek, ilerici kitlelere yeni bir Kemalizm aşısı yapmaya çalışmaktadırlar. İP yöneticileri Aydınlık’taki köşelerinde bir Kemalizm rüzgarı estirmeye çalışmaktadırlar. İkinci Cumhuriyetçilere, özelleştirme politikasına ve dinsel gericiliğe karşı mücadele adı altında, sol kemalistlerin “laik ve anti-emperyalist güçler cephesi” kurulmakta; Doğu Perinçek, “emperyalizmin yıkıma uğrattığı geniş bir iç pazardan çıkarı olan bütün güçleri” bu cephenin unsurları içinde saymaktadır (Aydınlık, 21 Mayıs ‘94). Bu, burjuvaziye hayli geniş bir yer açan ‘60’ların o ünlü kemalist “geniş cephe” politikasıdır.

İP/Aydınlık grubunun bugünkü politikası burjuva milliyetçi bir platformun ifadesidir. Bu çevre özelleştirmeye karşı mücadeleyi milliyetçi bir çığırtkanlığın zemini olarak kullanma çabasındadır. Bunun işçi hareketine yansıtılması liberal işçi politikacılığı biçiminde olmaktadır. İşçilerin bilincindeki burjuva milliyetçi önyargılar, onların bugün Kürt sorununda etkin bir tutum almalarının, genel olarak da devrimci politika sahnesine sıçramalarının en büyük engeli durumundadır. İP/Aydınlık grubu bugün tam da bu zayıflığa seslenmekte, bu gerici burjuva önyargıları okşayan bir politika izlemektedir. Bu yalnızca “Samsun’a Çıkış” kampanyalarıyla dolaylı bir biçimde değil, fakat devletin resmi bayrağı ve ırkçı-şoven milli marşı açıkça savunularak doğrudan da yapılmaktadır. Bunda ölçü öylesine kaçırılmıştır ki, İP tabanından bile tepki gelmeye başlamıştır. (Bunun 28 Mayıs tarihli Aydınlık’ta yayınlanan bir örneğini, sayfalarımıza ayrıca alıyoruz. Bu mektup, İP’e genel olarak olumlu bakan birine bile bu kemalist kampanyanın nasıl göründüğü konusunda dikkate değerdir.)

Bütün bunlar, “İP’in ipliği” sorununun güncelleşen önemi konusunda bir fikir vermektedir. Bu mücadele komünistler için vazgeçilmezdir ve sınıfı devrimcileştirme mücadelesinin bir parçasıdır.

“Şimdi Samsun’a çıkma zamanıdır”!

9 Nisan Zonguldak mitinginden bir gün önce günlük Aydınlık gazetesinde bir mitinge çağrı ilanı. İlan “Şimdi ‘Samsun’a Çıkma’ Zamanıdır” başlığı taşıyor. Hükümet politikalarına ilişkin teşhir ifadelerinin ardından şunları okuyoruz:

“Türkiye’yi yönetenler, Mustafa Kemal Atatürk’ün deyişiyle, ‘gaflet, delalet ve hıyanet’ içindedirler. Ülkemiz yeniden 1919’lara gidiyor. Ama unutmayalım, 1919’dan sonra devrim gelir. Bu kez işçi sınıfı önderliğinde. ... Şimdi Samsun’a çıkma zamanıdır! ... Emperyalizme ve serbest piyasa diktasına karşı Kurtuluş Savaşımızın ilk adımını Zonguldak’ta atıyoruz.”

İlanın altında bir imza: “Doğu Perinçek, İşçi Partisi Genel Başkanı.”

Bundan 25 yıl kadar önce, ‘60’ların sonu ve ‘70’lerin hemen başında, 15 günlük bir gazete; Logo’da ismin hemen altında şu ifade: “Milli Demokratik Devrim Mücadelesinde Omuz Omuza.” Yine Logo’da, sol üst köşede ayyıldızlı Türk bayrağı ve bir Atatürk resmi. Bu gazetenin 7. sayısının o günkü tartışmalarla çok ünlenen başyazısında, şunlar söyleniyor:

“Bizim partimiz MİLLİ KURTULUŞ Cephesidir. Bizim partimizin komutanı Mustafa Kemal’dir. Bizim partimizin üyeleri Amerikan sömürücüleriyle ortaklık etmeyen bütün bir MİLLET’tir. Bizim partimizin düşmanları, Amerikan sömürücüleri, Amerikan ortağı iş adamları ve toprak ağalarıdır.”

Bu gazete bugünkü İP/Aydınlık grubunun ilk yayını olan İşçi-Köylü’dür ve başyazarı bugünkü İP Genel Başkanı Doğu Perinçek’tir.

Demek ki 25 yıllık bir gelenektir bu ve bugün de sürüyor. Bunlar sicilli kemalistlerdir. Bunlar için her zaman sözkonusu olan “Samsun’a çıkış”tır, “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı”dır. “Başkomutan”ı her zaman için Mustafa Kemal’dir, ilham kaynakları onun “Gençliğe Hitabesi”dir.

Ne var ki sorun gerçekten bir geleneğin kendini tekrarlamasından ibaret olsaydı, yine de önemsiz ve bir parça masum kalabilirdi. Oysa bu konumu, aradan geçen 25 yıl içinde toplumun yaşadığı değişim ve toplumsal-siyasal mücadelenin bugünkü durumu ve ilişkileri içinde ele aldığımızda, temelden farklı bir gerçeklikle yüzyüze kaldığımızı görürüz.

‘60’lı yıllar Türkiye’nin yakın geçmişindeki büyük toplumsal uyanışın başlangıç yıllarıydı. Bu uyanış sosyalizm iddiası taşıyan sol harekete büyük bir kuvvet kazandırmış, onu toplum yaşamının temel bir siyasal öğesi haline getirmiştir. Ne var ki, bu başlangıç dönemi sosyalizmi, düzen sınırlarını ve düzen kurumlarını aşamayan bir tür burjuva sosyalizmidir. Devrimci iktidar perspektifinden yoksundur ve dolayısıyla reformisttir. Bu yıllarda sosyalizm iddiasındaki sol, bir bütün olarak “sol kemalist”tir. “İkinci Milli Kurtuluş Savaşı” genel kabul gören bir programdır. Farklılık, gerçekleştirilmesinin yol ve yöntemleri sahasında kendini göstermektedir. Toplumsal uyanış alt sınıflara dayalıdır, ne var ki ideolojik cepheyi orta sınıf aydınları tutmaktadır. Onların ideolojik-siyasal ufkunu ise ortaçağ kalıntılarına karşıtlık ile emperyalizme bağımlı bir kapitalist gelişmeye duyulan tepki şekillendirmektedir. Bunun şekillendirdiği bir sosyalizm anlayışı ise burjuva bir çerçeveyi aşmamaktadır. Zaten sosyalizm de işçi sınıfının ve emeğin kurtuluş yolu olarak değil, bir çağdaşlaşma ve kalkınma modeli olarak ele alınmaktadır.

Fakat tüm bu olgulara rağmen yine de gözden kaçırılmaması gereken bir gerçek var. İdeolojik içeriği ile burjuva sosyalizmini aşamayan bu hareket, politik planda o günün, ‘60’lı yılların biricik ilerici akımıdır. Toplumun ilerici gelişmesine büyük bir ivme kazandırmış, ona önemli bir katkı olmuştur. Oysa aynı ideolojik içerik bugünün politik sahnesinde, bugünün politik mücadele ilişkileri içinde gerici bir akım olmanın, düzen gericiliğinin bir parçası, onun sol hareket içindeki uzantısı olmanın bir ifadesidir. Bugünkü İP/Aydınlık grubunun konumu da budur.

“Toplum sağa kaymıştır”

İP Parti Meclisi 27 Mart seçimlerinden sonraki toplantısını 9 Nisan mitingine denk getirerek Zonguldak’ta yaptı. Kuşkusuz bu burjuva politika tarzına uygun bir şovdu. Amaç işçilerin partisine yakışan da budur mesajı vermekti. Nitekim toplantıya törensel bir hava verilmiş ve seremoni Parti Meclisi’nin kısacık bildirisinde ciddi ciddi anlatılmış:

“Parti, kongre sürecini sınıf mücadelesinin ön saflarında yer alarak ilerletecektir. Parti Meclisi’nin son çalışması bu konudaki tutumumuza bir örnektir. 9 Nisan saat 9.30’da Parti Meclisi olarak toplandık, saat 14.00’de Zonguldak mitingine katıldık, saat 17.00’de Parti Meclisi toplantımıza kaldığımız yerden devam ettik.” (Teori, sayı: 53, Mayıs ‘94, s.4)

Kuşkusuz bu seremoni İP’in “sınıf mücadelesinin ön saflarında yer almak”tan ne anladığını da yeterli açıklıkta ortaya koymaktadır. Yine de buna ek bir açıklık kazandıracak bir ayrıntıyı daha ekleyelim. Hürriyet gazetesinin İP’liler Şemsi Denizer’i yuhladı haberi tekzip edilirken, bir tek İP’linin bile bunu yapmadığı belirtildikten sonra, “ön saflar”da nasıl yer alındığı üzerine şu açıklayıcı bilgiler veriliyor:

“Sözkonusu mitinge partimiz, Zonguldak Demokrasi Platformu’nun çağrısıyla katılmıştır. Partimiz pankartını açarak yürüyüşe katılmış ve mitingde yerini almıştır. Partimiz Demokrasi Platformu’nun aldığı bütün kararlara disiplinli bir biçimde uymuştur” (Aydınlık, 11 Nisan ‘94).

Hiçbir şey sendika bürokratlarıyla tam uyumun bu itirafı kadar bu liberal işçi politikacılarının konumunu daha açık ortaya koyamaz.

Seremoniden asıl soruna geliyoruz. İP Parti Meclisi’nin 9-10 Nisan toplantısının sonuç bildirisi ile toplantıdaki tartışmalardan bazı bölümler, Teori dergisinin Mayıs sayısında yayınlandı. Burada 27 Mart seçimleri üzerinden yapılan bazı değerlendirmeler üzerinde kısaca durmak istiyoruz.

Tartışılan ağırlıklı konunun İP’in seçim hezimeti olduğu anlaşılıyor. 27 Mart seçimlerine devrimci boykot cephesine karşı gerici bir kampanya yürüterek katılan bu parti sürekli olarak “oy patlaması” yapacağı temasını işledi. Oysa ‘91 genel seçimlerinde aldığı oy oranının yarısına ancak ulaşabildi. Bu bir hezimetti. Fakat yaratılan hayallerin, şişirilen balonların hezimeti... Yoksa bu parti kendi gerçek gücüne göre fazla oy almış bile sayılabilir. Partinin başı yaratılan “oy patlaması” havasını ilkin parti örgütlerinin yanıltıcı enformasyonuyla, ikinci olarak ise Mersin’deki yerel radyoların yanıltıcı kamuoyu yoklamalarıyla açıklıyor. Bu kadarını işin eğlendirici yanı saymak mümkün. Fakat bu vesileyle yaptığı bir açıklama var ki gerçekten dikkate değer. Dediği şu; sermaye medyası yanıltıcı olan ve aslında seçmeni yönlendirmeyi amaçlayan “kamuoyu araştırmaları”nı öteki burjuva partileri için yayınlarken, biz neden aynı şeyi kendi lehimize yapmayalım? Ve ciddi ciddi ekliyor: “Bu bir sınıf savaşıdır ve basın alanında da yürüyor.” (agd., s.41)

Demek ki yalana ve yanıltmaya dayalı propagandaya, ilke ve yöntem olarak itiraz yok.

Bunları geçiyoruz ve seçim yenilgisine getirilen asıl izaha geliyoruz. Parti Meclisi Bildirisi’nde şunlar söyleniyor: “İşçi Partisi bu seçimlerde bir başarı elde edememiştir. Milliyetçi kutuplaşma ve toplumun sağa kayışı nesnel bir olgudur ve Partimizin elde ettiği sonucun esas açıklamasıdır” (agd, s.4).

Yerel seçimlerin hemen ardından ve seçim sonuçlarından hareketle “toplumun sağa kaydığı”, bütün bir düzen cephesinin ortak iddiası ve propagandasıydı. Komünistler seçim değerlendirmelerinde bu propagandayı da yanıtladılar. (Bkz. Yerel Seçimler Üzerine, Ekim, sayı: 94, 1 Nisan 1994). Burada bunu yinelemeyeceğiz. Asıl işaret etmek istediğimiz, seçim öncesinde burjuva partilerine özgü yöntemlerle yarattığı sahte “başarı” havası gerçeklere çarpıp tuz buz olunca İP’in de bu aynı propagandadan medet ummasıdır. Ama kuşku duyulmasın, bu parti binde bilmem kaç yerine yüzde birlik bir oy oranı tutturmuş olsaydı, yapacağı değerlendirme tümüyle farklı olurdu. Burada sözkonusu olan derin bir subjektivizm mi, yoksa açık bir başarısızlığı örtme hokkabazlığı mı? Bizce ikisi birarada.

İşin hokkabazlık yönüne bir başka örnek vermek istiyoruz. Teori dergisinin sunuş yazısında şunlar söyleniyor: “Parti Meclisi’nin saptadığı en önemli gerçek şuydu: 28 Mart’ta değil, 5 Nisan sonrasındayız, 28 Mart’ta sağa kaymış bir Türkiye manzarası vardı. 5 Nisan’dan sonra ise Amerikan emperyalizminin ve işbirlikçilerinin ‘Saldırı Paketi’ne karşı ayağa kalkmış bir emekçi Türkiye’si vardır.” (agd., s.2)

Bu baylar, toplumsal diyalektiği safsatayla, toplumun siyasal yaşamını ise çocuk salıncağıyla karıştırıyorlar.

Fakat asıl gericilik kendini boykot taktiğine ve onun Kürdistan’daki sonuçlarına ilişkin değerlendirmelerde gösteriyor. İşte Perinçek’in söyledikleri: “Bu seçimin mağluplarından biri sosyal-demokrasi, bir diğeri de PKK’dır.” (s.42) Bir başkası aynı konuda şunları söylüyor: “Boykot taktiğini izleyenler başarısız oldu. Neden başarısız oldu? Öncelikle boykot taktiğinin kendisinde bir yanlışlık vardı. Zorla, ölüm tehdidiyle boykot olmaz.” (s.47)

Bu sözlerin sahibi hızını alamıyor: “Türk halkından kopmak, milliyetçi kutuplaşma, Türklerin ve Kürtlerin birbirine düşman olması Kürt milliyetçiliğinin mesajıydı”. PKK’nın mesajıydı demek istiyor. Aynı zat rejimin Kürtleri kazandığını ya da kontrol altına aldığını, “Doğu’da” kitle hareketinin ölmüş bulunduğunu, mücadelenin PKK’nın dağdaki “askeri kuvveti”nden ibaret kaldığını da söylüyor (s.47-48).

Bütün bu ağızların özel savaş sözcülerinin kullandığı ağızdan, medya aracılığıyla yürütülen özel savaşın psikolojik propagandasından ne farkı var?

Kürt sorununda tam boy şoven gericilik

İP/Aydınlık çevresi yeni döneme, geçmişteki karşı-devrimci kimliğini unutturmak gayreti içinde, Kürt sorununa sahiplenmiş görünerek girdi. Zaman buradaki samimiyetsizliği, ikiyüzlülüğü, dahası Misak-ı Milli’yi koruma uğruna gösterilen sinsiliği açığa çıkarmada gecikmedi. Bugün bu parti 70 yıldır inkâr edilen, yok sayılan, her türlü ulusal zulme reva görülen bir mazlum halka sırtını dönmüş, tüm gücüyle Misak-ı Milli için savaşıyor. Bunu yaparken de en utanç verici yol ve yöntemleri denemekten geri durmuyor. Tıpkı tüm özel savaş cephesinin yaptığı gibi, sözde Kürt halkıyla PKK’yı birbirinden ayırma, ilkine sahip çıkarken ikincisiyle mücadele etme tutumu göstermesini bir yana bırakalım. Asıl iğrendirici olan, “milliyetçi kutuplaşma” söylemiyle, ezilen bir ulusun özgürlük mücadelesinin kaçınılmaz olarak taşıdığı milliyetçi yön ile ezen ulusun şoven milliyetçiliğini aynı kefeye koymasıdır. Tam da bu yolla, “milliyetçiliğe karşı mücadele” adı altında Kürt halkının kurtuluş mücadelesine cephe alması ve buna da “kardeşlik” politikası demesidir.

Her sıradan marksist bilir ki, ezen-ezilen ulus ayrımının bulunduğu bir devlette, emekçi halklar arasında kardeşliği sağlamanın temel önkoşulu, ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkını kayıtsız şartsız savunmaktır. Gündelik propaganda ve bilinçlendirme çabasında, bu savunuyu sürekli önplanda tutmaktır. Bu marksist ulusal programın tamamı değil, fakat en önemli, en hassas, en canalıcı yönüdür. Bunu unutan ya da gözden kaçıran demiyoruz, yeterince önemsemeyen biri, kendine ne ad takarsa taksın, gerçekte tastamam bir sosyal-şovendir, kendi burjuvazisinin uşağıdır. Bu koşul yerine getirilmedi mi, bu konuda en büyük içtenlikle tam bir çaba gösterilmedi mi, ulusal soruna ilişkin marksist programın öteki yönlerini (örneğin ezen-ezilen ulus ayrımını gözetmeksizin tüm uluslardan proleterlerin sınıf birliği) gerçekleştirmek olanağı da peşinen kaybedilir.

Fakat İP/Aydınlık şovenleri bu basit gerçeği tamamen unutmuşlardır. Onlar tümüyle demagojik bir boş laf olan “iki halk kardeşliğe” mecburdur teraneleriyle ve Kürt halkına birliği, gerçekte inceltilmiş biçimiyle bugünkü statükoyu dayatıyorlar. Perinçek, Parti Meclisi’nde şunları söylüyor: “Kürt halkının emperyalizme direnme imkânı Türkiye halkına yapışmasıyla mümkündür. Tıpkı 1919’larda olduğu gibi.” (s.42)

Evet, “Tıpkı 1919’larda olduğu gibi”! Bu tarihsel perspektifle Kürt halkının karşısına çıkmaya ancak gözleri Kemalizm ve şovenizmle kararmış olanlar cesaret edebilirler. Bu, Kürt halkının bugünkü uyanışına ve tarih bilincine yapılabilecek en büyük hakarettir. 1919’u izleyen tarihsel olaylar Kürt halkına 70 yıllık bir inkâr ve zulüm dönemi yaşattı. Ama Kemalizm ateşi yükselmiş Perinçek anti-emperyalizm lafazanlığı arkasına sığınarak Kürt halkının karşısına böyle bir arsızlıkla çıkabiliyor.

Fakat bu kadar da değil. Aynı paragrafın girişinde ise şunlar var:

“PKK esas olarak Batı’ya yönelmiştir ve Barzani’nin modelini izlemektedir. Barzani’nin modeli ise, yenilerek devlet kurmaktır. Mustafa Kemal’inki gibi emperyalizmi yenerek değil, yenilip dünyanın daha fazla ilgisini çekip devlet kurmak. Bunu net olarak görelim.”

Bu sözlere getirilecek her yorum ya da açıklama bir fazlalıktır. Şu kadarı söylenebilir; Perinçek Mustafa Kemal’in şahsında kendi sınıfını, PKK’nın şahsında devrimci Kürt köylülüğünü görüyor. Doğal olarak ilkine hayranlık duyarken, ikicisine mülk sahibi sınıfların o küçümseyici kibirliliği ile yaklaşıyor ve karalıyor.

Misak-ı Milli Perinçek’in ruhudur, bilincidir, tüm dünyasıdır. Kürt devrimci hareketinin bu zora dayalı dünyayı parça parça ettiğini gördükçe, ona ancak gizlenemeyen bir kin ve düşmanlıkla bakması kaçınılmaz oluyor. Aynı ruh halini Cumhuriyet gazetesinin kemalist yazarlarında da izlemek mümkün.

Lenin’in Ekim 1915’te Kautsky’i hedefleyen şu sözlerini, İP/Aydınlık grubunun düzen içindeki konumu ve Kürt sorunu karşısındaki tutumu ile karşılaştırınız:

“... Ne var ki iş uygulamaya gelince Kautsky, ulusal programı günün sosyal-şovenizmine uyarlamış, çarpıtmış ve kızağa çekmiştir; ezen uluslar sosyalistlerine düşen görevlerin ne olduğuna ilişkin kesin bir tanımlama yapmamaktadır; her ulus için ‘devlet bağımsızlığı’ isteminin ‘çok fazla’ şey istemek olacağını söylerken de demokratik ilkenin kendisini açıkça bozmaktadır. Eğer hoşunuza giderse, ‘ulusal özerklik’ yeter de artar bile! Kautsky, temel sorundan, emperyalist burjuvazinin tartışılmasına izin vermeyeceği temel sorundan yani, ulusların ezilmesi üzerine temellendirilmiş devlet sınırları sorunundan kaçınıyor; burjuvaziyi hoşnut edebilmek için en temel olan şeyi programından atıyor. Proletarya yasallığın çerçevesi içinde kaldığı ve devlet sınırları sorununda burjuvaziye ‘sessizce’ baş eğdiği sürece, burjuvazi her türlü ‘ulusal eşitlik’ ve dilerseniz ‘ulusal özerklik’ sözü vermeye hazırdır. Kautsky sosyal-demokrasinin ulusal programını devrimci bir biçimde değil, reformcu bir anlayışla düzenlemiştir.” (Devrimci Proletarya ve Ulusların Kendi Kaderlerini Tayin Hakkı, Ulusal Sorun ve Ulusal Kurtuluş Savaşları içinde, Sol Yayınları, vurgular Lenin’e ait)

Kemalist histerinin doruğu: Bayrak, milli marş ve canlanan “Atatürk sevgisi”

Ne var ki şoven kemalist histerinin doruğu “stratejik sorunlar” arabaşlığı altında verilen söylevde yaşanıyor. Burada önce bir “devrim stratejisi” çiziliyor: “Birinci Cumhuriyetin emekçi halk için olan kazanımlarını koruyarak bir Emekçi Cumhuriyetine gidebiliriz. Bugün bizim devrim stratejimiz budur.”

Tam da Perinçeklere yakışır bu “devrim” stratejisini bir de stratejik tespit izliyor. “Sol, kemalist devrimi anlamadığı için iflas etti.” Kuşku yok ki, Perinçek bu stratejik tespitiyle solun “iflas” nedenine değil, fakat kendi asli “yaşam” damarına işaret etmiş oluyor. Bu aynı zamanda Kemalizmin bittiği yerde kendisinin de biteceğine işaret etmek demek oluyor. Kemalizm mücahitliği için gösterilen bunca enerjinin de kaynağını açıklıyor.

Ve nihayet final:

“Sınıf mücadelesinde ilerleyeceksek hayat bizi burjuva devriminin önderi olarak Mustafa Kemal’e daha çok değer vermeye zorlayacaktır. ... Türkiye’nin bayrağı konusunda da düşüncelerim aynıdır. Bu bayrak bağımsızlık savaşında ortaya çıkmıştır. ... Bir ulusun anti-emperyalist mücadelesinden gelen değerleri vardır. ... Bu tarihsel değerlere sarılmadan Türkiye’de hiçbir devrim ilerleyemeyecektir ve halk bize bunu dayatacaktır. Bu dayatma sağdan değil, soldan olacaktır. Türkiye her şeyiyle 1919’lara doğru gitmektedir. Bugün Atatürk sevgisinin birdenbire canlanması yapay değildir.” (s.43)

Sondan başlayalım. “Birdenbire canlanan Atatürk sevgisi”! Bundan kastedilen Hasan Mezarcı’ya karşı yürütülen kampanyanın sözde meyvesi. Kampanyayı bilindiği gibi şeriatçı kesimler dışında hemen tüm düzen cephesi elbirliği ile yürüttü. Medya konuyu haftalar boyu işledi. Hükümet Taksim’de miting yaptı, ordu rozet kampanyası açtı. CHP’li hanımlar sokaklarda imza topladılar, Rotary Kulüpleri ve sosyete hanımları toplantılar düzenlediler, ve bu arada çoğu emekli devlet memurları ile bazı ev hanımları Anıtkabir’i ziyaret ettiler. Rejim bunu şeriatçılığı dengeleyecek bir Atatürkçülüğe bulunmaz fırsat saydı, kampanya en hararetli biçimde büyük kentlerde yürütüldü. Sonuç ise gerçek bir fiyasko oldu. Taksim mitingi bir yana, RP’nin büyük kentlerde ve emekçi semtlerinde yaptığı oy patlaması bile bunu göstermeye yeter.

Fakat bir an için kampanyanın başarılı geçtiğini varsayalım, bu tümüyle düzenin bir başarısı olacaktı. Perinçek buna sevinebiliyor! Perinçek bunu 1919’lara gidiş, Samsun’a çıkış sayabiliyor. Şaşırtıcı değil. Zira Perinçek de bu düzenin bir parçasıdır, onun kemalist sol kanadıdır. Programı; “globalleşme”ye karşı “iç piyasa” ya da “Kemalist Devrimle kurulan az çok geniş iç pazarın” savunulması; “özelleştirme”ye karşı kemalist devletçilik; “Türkiye ekonomisinin çökertilmesi ve sömürgeleştirilmesi”ne karşı bugünkü statükonun korunması ve “kamulaştırma”larla güçlendirilmesi vb.dir.

Bu programın siyasi cephesi ise “milli bağımsızlığın” savunulması ve “yüzyıllık demokrasi mücadelesi”nin sürdürülmesidir. Bu sonuncusunun muhtevası ve sınırları konusunda, Kürt sorunu karşısında alınan tavırdan giderek bir sonuca ulaşmak mümkün. Şoven-ırkçı milli marş ile Kürt halkı üzerindeki sömürgeci zulmün simgesi resmi bayrak konusundaki ateşli savunmalar, Perinçek’in tasarladığı siyasal düzen konusunda bir fikir verebilir. Boş lafların bir kıymeti yoktur, gerçek tavır yaşamın tartışma ve çatışma gündemine soktuğu bu gerçek sorunlar üzerinden ortaya çıkar. Perinçekler ise bu konuda hiçbir tereddüt göstermiyorlar.

Perinçek’in milliyetçi burjuva hezeyanları üzerinde gereğinden fazla durmak bir bakıma emek israfıdır. Fakat bu “Türkiye bayrağı” konusu üzerinde biraz daha durmak gerekir. İki açıdan. İlkin bugünkü güncel öneminden dolayı. Ve ikinci olarak, Perinçekler’in “devrim” anlayışı konusunda son derece açıklayıcı olduğu için.

Türk bayrağı bugün sermaye düzeninin en gerici amaçlarla kullandığı bir silah durumundadır. Yıllar önce Kürt özgürlük mücadelesi Serhildanlar aşamasına geçince, Kürdistan’daki özel savaş kuvvetleri, askeri araçları Türk bayraklarıyla donatarak bunun karşısına çıktılar. Bununla işgal kuvvetleri gibi davranıyorlar ve sömürgeci köleliği dayatmış oluyorlar, bu mesajı veriyorlardı. Bundan önce ve bundan sonra, sermaye düzenini gerici-şoven histeriler her tuttuğunda “bayrak as!” kampanyaları açılır, sermaye basını okurlarına bayrak dağıtırdı. Bugün Hürriyet gazetesinin logo’sunun sol üst köşesinde bir Türk bayrağı, altında bir Atatürk resmi ve onun altında “Türkiye Türklerindir” ifadesi vardır. (Perinçekler’in 25 yıl önceki gazetesinin bundan tek farkı, Atatürk’ün kalpaklı oluşu ve “Türkiye Türklerindir” ifadesinin bulunmamasıdır.)

Fakat bugün çok daha çarpıcı bir başka tutumla yüz yüzeyiz. Sermaye düzeninin sadık uşakları olan sermaye bürokratları, dizginleyemedikleri işçi kitleleriyle meydanlara çıkma zorunluluğu duyuyorlar. Fakat bu meydanlarda sınıfı tam da bu bayrak (ve milli marş) sayesinde kurulu düzene en sıkı biçimde perçinlemeye çalışıyorlar. Bu çok bilinçli, hain ve Kürt sorunuyla birlikte düşünüldüğü zaman iğrenç bir politikadır. 9 Nisan’da Zonguldak’ta bunu yaptılar. 24 Nisan’da Ankara’da bunu yaptılar. 1 Mayıs’ta İstanbul’da bunu yapmaya çalıştılar. İşte Perinçekler bu politikanın gönüllü destekçileri ve hararetli savunucuları durumundadırlar.

Gerici burjuva düzenin bu alanda sendika bürokratları aracılığıyla ne kadar bilinçli bir politika izlediğine bir örnek verelim. Düzenin en deneyimli yazarlarından Metin Toker 1 Mayıs günü Milliyet’te şunları yazıyor:

“Taksim Meydanı bir defa, 1980 öncesinde Marksistler tarafından işgal edildi. Kızıl Bayraklar açıldı ve Marxlar’ın, Engelsler’in, hatta Stalin’in portreleri taşındı...

“Taksim Meydanı ikinci defa, öteki şer kuvvetlerin egemen oldukları bir siyasal parti tarafından basıldı. Bu sefer bayraklar, kızıl değil yeşildi...

“Şimdi üçüncü bir olay yaşıyoruz. Bugün gene 1 Mayıs. Fakat öyle duyuruldu ki işçi, artık ne kızıl, ne yeşil bayrak altındadır. Taşıdığı ayyıldızlı bayraktır. Ayıp: Ona Taksim Meydanı’nı vermediler.”

Meseleyi daha açık nasıl koyabilirlerdi ki? İşçi yeter ki ayyıldızlı bayrağı taşısın, ona 1 Mayıs’ta Taksim Meydanı’nı vermeye bile hazırlar. Bu gerçek, Perinçekler’in düzen hesabına işçi hareketi içindeki misyonlarını da açıklığa kavuşturuyor.

Şimdi geliyoruz sorunun öteki yüzüne. Deniliyor ki, “halk bize bunu dayatacaktır. Bu dayatma sağdan değil, soldan olacaktır.” Bu demagojiyi birazcık irdelemek bile Perinçeklerin “devrim” ve “kitlelerin devrimcileşmesi” konularındaki reformist burjuva düşünüş tarzlarını açığa çıkarmaya yeter.

Önce kaba demagojik öğelere bir düzeltme. Halk bunu bize gelecekte değil, fakat bugün dayatabilir; soldan değil, kuşkusuz sağdan. Zira “halk”ın bugünkü bilinci egemen sınıfın, kurulu düzenin bilincidir. Bu basit gerçek bir açıklama gerektirmez. Alman İdeolojisi’nden beri bunu her marksist, bu arada marksist geçinen Perinçek de bilir.

Ve aynı Alman İdeolojisi’nden beri, aşağıdaki basit gerçek de bilinir:

“Yığın içinde bu komünist bilincin yaratılması için ve gene bu işin kendisinin de iyi bir sonuca götürülebilmesi için insanların yığınsal bir değişikliğe uğraması zorunlu olarak kendini ortaya koyar, öyle bir biçim değişikliği ise ancak pratikteki bir hareketle, devrimle yapılabilir; bu devrim, demek ki, sadece egemen sınıfı devirmenin tek yolu olduğu için zorunlu kılınmamıştır, ötekini deviren sınıfa, eski sistemin kendisine bulaştırdığı pislikleri süpürmek ve toplumu yeni temeller üzerinde kurmaya elverişli bir hale gelmek olanağını ancak bir devrim vereceği için de zorunlu olmuştur.” (Marx-Engels, Seçme Yapıtlar, C.I, s.47, Sol Yayınları)

Bu klasik düşünce büyük Fransız burjuva devriminden yapılmış teorik bir soyutlamadır. O Fransız devrimi ki, “halk” gerçekten devrimcilere bir şeyler “dayatmıştır.” Fakat bu, kurulu düzenden devralınan ve o güne kadar “halk”ın bilincinde ağır bir tortu oluşturan değerlerin en ileri noktada reddi biçiminde olmuştur. Kiliseleri yakan ve kitlesel bir din düşmanlığı geliştiren “halk”ı Robespierreler dizginlemek zorunda kalmışlardı. Bütün öteki devrimler bu olguyu bir kural olarak doğrulamışlardır. Devrim büyük insan kitlelerinin bilincinde, düşünüş tarzında, onyıllar ve yüzyıllar sürmüş değer yargılarında, kökleşmiş önyargılarında, muazzam bir altüst oluş değilse nedir? Perinçekler gerçekten hiç devrim düşünmüşler midir?

1848 Devrimi esnasında ve Fransa’da yaşanan olay konumuz bakımından ayrıca açıklayıcıdır. Tartışma ve çatışma tam da “bayrak” üzerinedir. Bir kaynaktan şunları okuyoruz:

“Cumhuriyetin bayrağının ne olması gerektiği sorunu üzerinde ateşli bir savaşımdır başladı. İşçiler kızıl bayrağın cumhuriyetin bayrağı olarak ilan edilmesini istiyorlardı. Burjuvalar üç renkli bayrağı istiyorlardı. Savaşım, Şubat günleri için tipik bir uzlaşmayla sonuçlandı. Cumhuriyetin bayrağı, kırmızı bir rozeti olan üç renkli bayrak olarak ilan edildi.” (age., s.66)

Şubat’taki uzlaşmadan birkaç ay sonra, Haziran’da, işçilerin kızıl bayrak altında ve tarihin gördüğü ilk proleter devrim girişimiyle son bulduğunu, “üç renkli” bayrağın ancak işçi katliamıyla egemen kılındığını biliyoruz. Perinçek “Türkiye’nin bayrağı”nın kemalist burjuva devrimden miras olduğunu söylüyor. Fransız burjuvalarının “üç renkli” bayrağı, tarihin görüp gördüğü en büyük ve en radikal devrimden mirastı. (Bu devrimin büyüklüğünü güdük kemalist hareketle kıyaslamaya kalkmak, Robespierre’i Atatürk’le kıyaslamaya kalkmak türünden bir abes iştir). Bu bayrak jakobenlerin, Robespierrelerin bayrağıydı. İşçiler işte bu bayrağın karşısına kendi kızıl bayraklarıyla çıkıyorlardı. Perinçekler diyebilirler ki, bu işçilerin “devrimci” dönemiydi. Elbette! Fakat “işçi sınıfı ya devrimcidir ya da hiçbir şey!” Bunu unutanlar devrimci değildir. Sorun da zaten budur. Perinçekler devrimci değil, kaba burjuva reformistleridir. Onlar için “halk” bugünkü “bilinci” ve değerleriyle vardır ve her zaman öyle var olacaktır. Reformist-evrimci bir kafa daha ötesine aklı erdiremez demeyeceğiz, ötesine geçmek istemez...

Aynı konuda son bir ayrıntı. Bugünün Türkiye’sinin en “sol” kitlesi PKK destekçisi Kürt köylüleri ve şehir emekçileridir. Ve onlar “bize” daha bugünden ve kuşkusuz “soldan” başka şeyler “dayatmakta”dırlar. Perinçeklerin maskesini indiren, gerici kimliklerini açığa çıkaran tam da bu “dayatma” değil midir?

Kızıl Bayrak / Haziran 1994

(Kürt Ulusal Sorunu- 2, Eksen Yayıncılık, s.93-109)

***

 

İP’li Gani Turan’dan İP’li Hasan Yalçın’a:

İstiklal Marşı birleştirici bir değer midir?

Sayın Hasan Yalçın,

14 Mayıs tarihli Aydınlık’taki yazınızın sınıfsal içerikten yoksun, tam bir Kemalizm ruhuyla yazılmış olduğu hemen göze çarpıyor. Buna değinmeyi önemli görüyorum çünkü; İşçi Partisi’nin Türkiye cephesinde devrimci bir dalgayı kucaklayabileceğine inanıyorum. Bu dalganın zayıflamasına neden olabilecek her türlü anlayışı eleştirmenin, devrimci bir görev olduğuna inanıyorum.

İstiklal Marşı gibi şoven-milliyetçi bir değere sarılmak ve onu yüceltmek gibi bir derdimiz olamaz. Oysa siz öyle yaklaşıyorsunuz ki, sanki “ya yuhalayacaksın ya da sarılacaksın”. Hayır. Burada sözkonusu olan kitle hareketlerinde, kentli kabuğunu kıramamış olanların kitleden kopuk davranışları ise, başka örnekler çoktur. Ve daha açıklayıcıdırlar. İstiklal Marşı örneğine sarılmak, açıkçası; geri bilinçli kitlenin gönlünü okşamak, kitle kuyrukçuluğu yapmaktır. İstanbul’daki 1 Mayıs mitinginde ben de bulundum. Gerçekten, sınıftan kopukluğun örnekleri de yaşandı. Sınıfın gündeminde 1 Mayıs, özelleştirme ve KİT’lerin kapatılmasına karşı mücadele ağırlıktayken, bazı örgütler hala kendilerini tatmin ve tekrardan kurtaramamanın acizliği içindeydiler. Fakat bizim tartıştığımız İstiklal Marşı. Her satırı kendini üstün gören şoven bir anlayışla yazılmış bir marşa sarılarak, Türkiye’de yaşayan çeşitli halklardan emekçileri birleştiremezsiniz.

Yazınızda toplumun çeşitli kesimlerini birleştiren değerlerden bahsediyorsunuz. İstiklal Marşı ve bayrak gibi Türk ulusunu simgeleyen, Türk devletinin sembolü olan değerlerin, Kürt halkı üzerinde baskı ve tahakküm anlamı taşıdığını ise, hiç göz önüne almıyorsunuz. Bu değerler, gerçek anlamda birleştirici özellik de taşımamaktadırlar.

Öncü partinin görevi, özellikle bugün, emperyalist tekellerin ve yerli işbirlikçilerinin azgın saldırısı karşısında, emekçi alternatifi yaratmak olmalıdır. Bu alternatif oluşturulurken, burjuvazinin emekçi kitleler üzerinde yaratmış olduğu her türlü şoven etkilerin kırılması için de mücadele edilmelidir. Bir ulusun çeşitli katmanlarını birleştirici bir rol oynayan bazı değerler, diğer bir ulusun bütününe itici gelebilir. Bunu unutmamak gerekir. Türk devletinin bayrağı, Kürt halkının üzerinde zulmün sembolü halini almışken, bu gerçeğe sırt dönerek, bayrağın birleştiriciliğinden nasıl söz edilir?

İP dışındaki solla ilgili değerlendirmede de ‘80 öncesinin zaafları vardır. O zaman “sahte sol” kavramı ile, diğer sol hareketlerle aramıza kalın duvar çekilerek bir nevi tecritlik yaşanmıştı. Şimdi de İstiklal Marşı söylemeyenleri, ona sırtını dönenleri, beşinci kol gibi gören bir yaklaşımla eleştirme hatasına düşülmektedir.

Sonuç olarak; kitle çizgisi izlemek, sınıfla birleşmek adı altında uç noktalara savrulmak gibi bir tehlike önümüzde duruyor. Buna karşı uyanık olmalıyız.

Gani Turan / Zonguldak

(Kürt Ulusal Sorunu- 2, Eksen Yayıncılık, s.109-10)


Üste