Logo

Marksizm ve sosyal-şovenizm - H. Fırat


(Giriş)

“Bugün kapitalist Türkiye’de en acil iş”

Önümüzde “İşçiler ve Kürtler” başlıklı ve Aydemir Güler imzalı bir yazı var. 6 Ocak 2022 tarihli sol.org’da yayınlanan bu çok yeni yazı Gelenek dergisi logosu taşıyor. Ama anılan derginin yeni sayısı henüz çıkmış görünmüyor. Bu ister istemez söz konusu yazının öncelikle sunulmasının belli nedenlerle gerekli bulunmuş olabileceğini akla getiriyor.

Yeni bir yıla işçileri ve Kürtleri konu alan bir teorik metinle girmek kuşkusuz iddialı bir tutum. Hele de gündemde yazının yayınlanmasından yalnızca üç gün sonra (9 Ocak 2022) toplanacak bir olağanüstü parti konferansı da varsa. Fakat yazık ki toplanan ve kararları açıklanmış bulunan parti konferansı, önümüzdeki yazıya başlığını veren işçileri ve Kürtleri pek umursamış görünmüyor. Kürtler ya da Kürt sorunu kararlarda bir tek kelime olsun geçmiyor. İşçiler ise yalnızca “işçiler, emekçiler” kalıbı içinde öylesine bir sözcük olarak geçiyor. Hepsi bu.

Oysa Konferansın toplandığı günlerde gerilimi had safhada olan bir Metal Sözleşmesi süreci vardı ve bunun akıbeti ülke çapında sınıf hareketinin toplamını çok yakından ilgilendiriyordu. Ama nedense bu, sınıfı temsil etmek iddiasındaki bir partinin Olağanüstü Konferansı’nı hiçbir biçimde ilgilendirmiyor. Üstelik o sıra ortada BMİS’in bir “grev kararı” da varken. Üstelik TKP MK üyelerinden biri aynı zamanda BMİS merkezinde “sendika uzmanı” olarak görevliyken, dolayısıyla tüm bu sürecin merkezinde duruyorken. Zehra Teyze’yi konferansa getirip kürsüye çıkaran Kemal Okuyan, aynı hassasiyeti yanı başındaki MK üyesi bu BMİS “uzman”ı üzerinden de gösteremez miydi? Konferans hakkında kamuoyuna yansıtılan bilgi, açıklama ve görsellere bakılırsa göstermiş görünmüyor.

Peki ama 130 bin işçiyi kapsayan ve işçi hareketinin geneli için çok özel bir önem taşıyan Metal Sözleşmesi’nin 9 Ocak’ta toplanan bir konferansta hiç gündeme gelmemesini nasıl anlamak gerekir? Yoksa “sendika uzmanı” üzerinden işin akıbeti zaten peşinen biliniyor ve dolayısıyla olup biten onaylanıyor muydu? Bu soru çok da yersiz değil. Zira satış sözleşmesi yalnızca üç gün sonra (12 Ocak) imzalandı ve sol.org bu açık satışı yalnızca yorumsuz bir kuru haber olarak yayınladı. Aynı gün “İsyan Grev Direniş!” militan şiarıyla satışa başkaldıran Çimsataş işçilerinin büyük yankı yaratan eylemine ise ancak ertesi gün akşamüzeri mecburen yer verebildi. Ama hemen ardından, üç gün boyunca direnişi görmezlikten gelen BMİS bürokratlarının gerçeği gizleyen ve direnişçi işçileri karalayan açıklamasını yorumsuz tam metin olarak yayınlamakta da bir beis görmedi. Tüm bunlar açıkça BMİS yönetiminin kollanması anlamına geliyor. Bunun da çok şaşırtıcı bir yanı yok. BMİS bürokratları sendikal alanda neyse, SİP-TKP de siyasal planda tamı tamına odur. Ne eksik ne fazla!

Önümüzdeki yazıya ve değinmiş bulunduğumuz güncel durumla bağına dönelim. Aydemir Güler, üzerinde daha sonra genişçe duracağımız yazısının nihayet sadede gelen bölümünde, neredeyse on yıldır farklı biçimlerde yinelediği “tez”ine bağlıyor sözü: Kürtler artık “ezilen” bir ulus olarak tanımlanmazlar; dolayısıyla Kürt sorunu da, henüz tümüyle değilse bile, hemen hemen “sorun” olmaktan çıkmış sayılır. Kuşkusuz buna rağmen ortada halen bir “Kürt dinamiği” vardır. Ama genel politik süreçlerdeki kaotik durumun sürdüğü şu sıralar, bu dinamikle nasıl ilişkilenebileceği sorusuna yanıt aramakla vakit kaybedilmemeli, dolayısıyla “geleceği bağlamak için acele de edilmemelidir”.

Hemen ardından yazının Acele edilmesi gereken iş başkadır ara başlığı geliyor. Bu merak uyandıran başlık altında söylenenlerin özeti ise şudur: “Komünistler” tüm güç ve enerjileriyle sınıf çalışmasına yoğunlaşmalı, bu çalışma içinde ve elbette “sınıfsal temelde” Kürt işçilerini de örgütlemeli, böylece Kürt sorunundan her şeye rağmen geriye kalmış bir şey varsa eğer, onu da bu yolla, yani “sosyalizm temelinde” çözmelidirler. Bütün bunlardan dolayı, “Kürt emekçilerin sosyalizm mücadelesine örgütlenmesi bugün kapitalist Türkiye’de en acil iştir.”

Bu pek iddialı sözleri alınız, son günlerin sınıf hareketine ilgisiz ve sınıf eylemine umursamaz sefil tablosuyla karşılaştırınız. “Acele edilmesi gereken iş”in bu denli açık, iddialı ve vurgulu bir biçimde tanımlandığı bir teorik metni izleyen bir “olağanüstü” parti konferansında, sınıfın ve sınıf hareketinin sorunlarının esamesi bile okunmuyor. Konferansı hemen izleyen günlerde metal sözleşmesi satışına örtülü onay veriliyor. Ve aynı tutumun bir uzantısı olarak, bu durgun dönemde pekâlâ sınıf hareketini ateşleyebilecek önemli bir işçi direnişi görmezlikten geliniyor. Bununla da kalınmıyor, BMİS bürokratlarının Çimsataş Direnişi’ni karalayan açıklamasına, üstelik işçilere parmak sallamak anlamına gelen “Grup sözleşmesi, MESS üyesi tüm işletmeler için geçerlidir. Sözleşme süreci tamamlanmıştır” vurgusu özellikle öne çıkarılarak, yorumsuz tam metin olarak yer veriliyor.

Ve işte böyle bir ortamda, partinin otuz yıllık ulusal sorun uzmanı, Kürt sorununda boğazlarına kadar batmış bulundukları sosyal-şovenizmi mazur gösterebilmek üzere yıllardır tekrarlanan kabak tadı vermiş değerlendirmelerle bir kez daha sahneye çıkıyor. Kürtlerle ya da Kürt hareketiyle ilişkilenmenin sırası değil, biz nasılsa sorunu “sınıf dinamiği” üzerinden çözeceğiz diyor.

Böylece “İşçiler ve Kürtler” yazısının gerçek işleviyle, işçilere de Kürtlere de tümüyle ilgisiz Olağanüstü Konferans’ın gerçekte birbirini nasıl tamamladıkları sorununa da gelmiş oluyoruz.

“HDP’siz ittifak”!

Resmi parti sitesi olağanüstü konferansın hemen öncesinde (6 Ocak) Genel Sekreter Kemal Okuyan’la yapılan röportajı, “Olağanüstü Konferans çünkü ülke olağanüstü bir dönemden geçiyor” başlığıyla yayınladı. Başlıktaki düşünce konuşmada şöyle yer alıyor:

“Olağanüstü Konferans çünkü bazı başlıklarda bir an önce yol almak istiyoruz. Olağanüstü Konferans çünkü ülke olağanüstü bir dönemden geçiyor. Konferansımız yaklaşık bir aydır sürüyor, bütün üyelerimiz, gönüllülerimiz sürece dahil oldu. 9 Ocak’ta TKP daha kararlı, daha net, daha enerjik biçimde mücadelesine devam edecek. Konferansın sonuçlarını kuşkusuz halkımızla paylaşacağız.”

Fakat Olağanüstü Konferans’ın “halkımızla paylaşılan sonuçları”na baktığımızda şaşkınlık duymaktan kendimizi alamıyoruz. Zira ortada olağanüstü sürecin ihtiyaçlarına yanıt veren olağan dışı hiçbir şey yok. İşçiler ve Kürtler, dolayısıyla onlara dayalı dinamikler gündeme alınmadığına göre, doğası gereği olamazdı da. Sol bir siyasal akım olarak bugünün Türkiye’sinde işçileri ve Kürt halkını bir yana bıraktınız mı, güncel olağanüstü süreçleri etkilemek doğrultusunda zaten esasa ilişkin bir şansınız kalmaz.

Olağanüstü Konferans’ın sonuçları karar haline getirilmiş dokuz başlıktan oluşuyor. Bunlardan ikisi parti yaşamına (örgütlenme hamlesi ve bağış kampanyası), bir üçüncüsü Küba’yla dayanışmaya ilişkin. Diğer ikisini hayat pahalılığına karşı mücadele ile enerjide devletleştirme çağrısı oluşturuyor. Böylece geriye dört karar kalıyor ve bunların dördü de yeni seçim süreciyle ilgili. Cumhurbaşkanlığı Seçimi, Seçim Yasası, Milletvekili Adaylarının Belirlenmesi ve nihayet “Sol Parti ve EMEP ile İlişkiler" başlıklı bu kararların sonuncusu, Olağanüstü Konferans’ın da tek gerçek nedeni ve dolayısıyla sonucudur. Kamuoyuna daha önce zaten yansımış görüşler ışığında ele alındığında, bu kararda gerçekte yeni bir şey yok. Kararda adı geçen iki partiyle ittifakın kotarılmasına ilişkin dikkate değer bir istek ve irade, bunun ürünü aşırı bir esneklik ile neden HDP şahsında Kürt hareketinden uzak durulması gerektiğine ilişkin kapalı imalar var.

Aydemir Güler’in 6 Ocak tarihli İşçiler ve Kürtler başlıklı yazısı ile 9 Ocak tarihli TKP Olağanüstü Konferansı’nın çakıştığı noktaya da böylece ulaşmış oluyoruz: Kürt hareketini dışarda bırakan bir reformist sol ittifak, şu sıra SİP-TKP’nin en önemli işi gibi görünüyor.

Genel Sekreter Kemal Okuyan’ın Kasım ayı sonundaki “HDP’siz ittifak olur mu, olur!” açıklaması ulusalcı çevreleri epeyce heyecanlandırmış, onay ve takdirlerini kazanmıştı. (Öylesine ki Cumhuriyet sitesi alışılmamış bir tutumla Duvar’daki söyleşiyi olduğu gibi yeniden yayınlamıştı). Partinin Kürt sorunu uzmanı olarak Aydemir Güler ise önümüzdeki yazısıyla bu politikaya teorik dayanaklar üretmeye çalışıyor. Fakat sosyal-şovenizmi sözde Leninizm ile gerekçelendirme gayreti içinde gülünç durumlara düşmekten öteye gidemiyor.

SİP-TKP gibi reformist çizgideki bir partinin, EMEP ve Sol Parti gibi reformist sol partilerle ittifaka gidip de reformist sol çizgideki HDP ile ittifaktan kaçınmasının tek gerçek açıklaması, ulusalcı bir “misyon” ile hareket ediyor olmasında saklıdır. Sosyalizm, sınıf, sınıf dinamiği vb. söylemler ise bu "misyon"u sözde leninist bir tül altında gizlemek içindir. Bunun böyle olduğunu, Aydemir Güler’in yazısını izleyen son bir haftanın olayları şimdiden tüm açıklığıyla gözler önüne sermiş bulunmaktadır.

Bu arada Aydemir Güler’in yeni haftalık yazısı da yayınlandı (15 Ocak). “Cumartesi değinileri” başlığı taşıyan yazı, başlığından da anlaşılabileceği gibi, birbirinden farklı konulara serbestçe “değiniyor”. Ama bunlar arasında ne sınıf hareketinden tek kelime olsun söz etmeyen bir parti konferansı, ne üç gün önceki satış sözleşmesi ve ne de buna militan bir tepki olarak patlak veren Çimsataş Direnişi var. Dolayısıyla pek ciddi havalarda formüle edilen o en acil çözücü halkadan (“acele edilmesi gereken iş”ten!) eser yok. “İşçiler ve Kürtler” başlıklı yazının tümüyle farklı olan amacını ele veren bu çok bilinçli suskunluk, bu göze batan ilgisizlik, söz konusu yazının siyasal-manevi yönden daha şimdiden çökmüş bulunduğunun tartışmasız bir kanıtı, bir bakıma da dolaylı bir itirafıdır. Ama yine de bu onu temel teorik-siyasal argümanlarıyla ele almamızın önemini ortadan kaldırmıyor.

SİP-TKP ve “Türk milliyetçiliği” ithamı

Haziran 2010 tarihli TKP 10. Kongre Raporu’dan şu satırları okuyoruz:

“… TKP'nin milliyetçilikle suçlanması dayanaksız bir karalamadır. TKP belgelerinde ve TKP'yi temsil eden yazılı veya sözlü açıklamalarda milliyetçiliği çağrıştıracak tek bir gölge gösterilemez.

“Milliyetçilik sapmasının çekirdeği sınıf uzlaşmacılığıdır. Oysa TKP ‘ulusal yarar’ kavramını reddetmek ve ‘ülke yararı’ kavramını geliştirmekle bu konudaki duyarlılığını göstermiştir.

“Milliyetçilik sapması bir ulusal topluluğu bir diğerine göre ayrıcalıklı görmeyi içermek zorundadır. Buna karşılık TKP kendisini bütün kökenlerden işçi sınıfının partisi olarak tanımlamaktadır.”

Aydemir Güler’in son yazısı on yıl öncesine ait bu iddialı “savunma”ya dönüp daha yakından bakmayı artık ertelenemez bir görev haline getirmiştir. Tam da önerildiği gibi, temel “TKP belgeleri” ile “TKP'yi temsil eden yazılı veya sözlü açıklamalar” üzerinden yapılacaktır bu. Umalım ki “temsil” niteliğine, partinin otuz yıllık ulusal sorun uzmanı ve tüm bu dönem boyunca iki liderinden biri olan Aydemir Güler’in temel metinleri de dahildir.

Aslında “savunma”nın çürüklüğü yukarıya aktarılan kısacık pasajların kendi içinde bile yeterince açıktır. “‘Ulusal yarar’ kavramını reddetmek” ve yerine “‘ülke yararı’ kavramını geliştirmek” açıklamasını bir “duyarlılık göstergesi” olarak sunmak, böylece laf cambazlığını bir açıklama saymak, bunun inanılması güç bir örneğidir. Ulusal çıkar ile ülke çıkarı aynı söylemin iki farklı versiyonundan öte bir şey değildir. Nitekim düzen partileri sözcüleri sabah akşam “bu ülke hepimizin” deyip durmuyorlar mı? Yeri geldiğinde “aynı gemide değiliz!” söylemini kullanan SİP-TKP nasıl olur da bunu bu kadar kolay unutur?

Yukarıya aldığımız son pasaj için de durum farklı değildir. Hatta belki de daha da çocukçadır. Bir burjuva düzen partisinin, örneğin CHP’nin kalkıp, benzer bir itham karşısında, “CHP kendisini bütün kökenlerden halkın kitle partisi olarak tanımlamaktadır” demesi söz konusu ithamı ne kadar karşılıyorsa, SİP-TKP’ninki de işte ancak o kadar karşılıyor.

Bu gülünç açıklamalar en iyimser bir yorumla sorunun özünü kavramanın ne kadar uzağında olduklarının, işin aslında ise ezen ulus milliyetçiliğini ne denli içselleştirdiklerinin bir göstergesidir.

Bu arada önemle ekleyelim ki, SİP-TKP aradan geçen on yılı aşkın zaman içinde, Türk milliyetçiliği alanında büyük sıçramalar kaydetti. Haziran Direnişi ve bunu izleyen bölünmeler, ifade uygunsa geriye sol maskeli gerçek bir Türk milliyetçiliği bıraktı. İş öylesine uç bir noktaya vardı ki, uzmanımız Türklerin “ezen ulus” ve Kürtlerin “ezilen ulus” olarak tanımlanması artık çok tartışma götürür deme noktasına kadar vardırdı.

Talebe uyacağız ve artık iyiden iyiye oturmuş durumdaki sosyal-şoven çizgiyi tam da SİP-TKP’yi bağlayan “temel belgeler” üzerinden umuyoruz ki yeterli açıklıkta ortaya koymak olanağı bulacağız.

Ama bizi buna biraz da zamansız olarak yönelten güncel yazıdan, Aydemir Güler’in 6 Ocak 2022 tarihli henüz mürekkebi kurumamış “İşçiler ve Kürtler” yazısından başlayarak…


Üste